Her birimiz deneysel tarihçiyiz aslında. Geçmişini bıkmadan usanmadan, bile isteye tekerrür eden. Savaşlar, barışlar, zaaflar, muhabbetler kılıf bazen de isim değiştirmiş haldeler. Eskilerin envanterinde olup da bugün olmayan sürpriz bir duyguya mahal yok yeryüzünde. Zamanımız, imkânımız el verse ve fihristini tutma imkânımız olsa idi hissiyatın, bu tezimizi doğrayabilirdik belki. Şimdilik varsayımlarla, bağıl değerlendirme yoluna giderek edimsel ve davranışsal kuramlarımızı saptamayı yeğleyeceğiz. Sinerji bağıyla kuvvetlendirdiğimiz, bilimselden daha çok biçimsel olarak analiz edeceğimiz davranışlara yönelik en önemli ölçeğimiz şüphesiz gönül gözlerimiz olacak. Bu aşamada bağıl ölçütlerimize mevzu bahis olan deneysel olarak yaşamayı pek seven insanın terminolojisinde gözyaşı deneyselciliği kadar, suni yapay mutluluklar da üretildiğine yakinen ve bizatihi şahit olacağız.
Biyolojik ve psikolojik olarak her anlamda kendini yineleyen insanın geçmişten gelen kanıtlarına, ispatlarına ve öğrencelerine rağmen, yanılgılar kaçınılmaz olabiliyor bazen. Doğanın ve doğalın sağlamalarına; doğru ve yanlışın denencelerine rağmen ister istemez kendinden emin seçimlere dahi şüphe duyulabiliyor. Ölçüyü tartıyı tam yapanların, niyetini halisane tartanların varlığı azımsanmayacak kadar; “İyi ki iyi insanlar var!” diyebileceklerimizin sayıları da umut vadedici. Ama ne var ki insanlara deney tüpü gözüyle bakanların acemi elinde infilak ederek paramparça oluyor çoğunlukla duygular. Bugünün itibar peşindeki modern dilencileri duygusuz kalemlerinden çıkma iyilik piyesleri ile dünyayı basit birer laboratuvara dönüştürmeyi yeğliyor. Deneme yanılma yoluyla insanların niyetini okumaya çalışarak kendilerine çok önemli bir rol biçiyor bu duygu tacirleri. Sınav dünyasının sahibi tek bir Yaratıcı olmasına rağmen, her nedense kullar olur olmadık ahkâm kesmeye ve niyet okumaya cüret edebiliyor. Kendini tanrılaştıranların bilim etiği mi yok sahi? Sınamamalı bana göre kendinden başkasını, ameliyat masasına önce kendi zaaflarını yatırmalı, eksikleri üzerine derin araştırmalar yapmalı. Gönül kırmaktan ödü kopmalı; kıyametin kopmasından daha korkutucu olmalı bir canı istemeden de olsa incitmek.
Yapısı bugüne değin tam olarak çözülemeyen insanın problem çözme becerilerinin hezeyana dönüşmemesi için küçük mü küçük bir örnek vermek gerekirse: “Karıncaların Ölüm Çemberi” tam da bu konunun özeti gibi. Bazen karınca gibi çalışkan olmak yetmiyor, körü körüne bağlanmak insanın yaptığı ve yapacağı en büyük yanılgı olarak hayatını işgal ediyor. Basiret devreye girdiğinde, ihtiyatlı bir irade ile önünü görebildiğinde ayırt ediciliğimiz ve insaniliğimiz gün yüzüne çıkabiliyor ancak. Büyüklerin söylediği gibi kötünün arkasındaki cehennemi, iyinin arkasındaki cenneti kestirebilenler yaşanabilir kılıyor bu dünyayı. Hiçbir şey ve hiçbir kimse umrunda olmadan örümcek ağından daha zayıf yörüngesinde kendi halinde olmak, bazen insanın yokolmasına ve kocaman bir “HİÇ” olmasına mahal verebiliyor.
Misalimiz karıncalara dönmek gerekirse, daha önce bir ödevimin konusu olan “Karınca Kolonisi Optimizasyon Algoritması” çalışmamı hazırlarken rast geldim karıncaların koloni olarak ölümüne sebebiyet veren “Ölüm Çemberi”ne. Gözleri görmeyen karıncalar arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen ve güzergahlarını tayin etmesine olanak tanıyan kimyasal madde olan feromonlar ile hayatlarını idame ettiren karıncalar bazen hatalarının bedelini canları ile ödüyorlar. Başına buyruk davranmamak değil de hatadaki ısrarları ile karıncalar sonunu kendi elleriyle hazırlıyorlar malesef. Bir karınca arkasında bıraktığı feromon izleri ile sonraki karıncalara yuvalarını ve yiyeceklerini bulmaları notkasında en doğru ve en kestirme yolu gösteriyor. Ama bazen bir karıncanın yönünü kaybetmesiyle ve diğer karıncaların da yanlışa sürüklenen bu karıncayı takip etmesiyle, helezonik bir kargaşa meydana geliyor. Ve diğer karıncaların yoğunlaşan bu feromon izlere dahil olmasıyla kendi etraflarında hızla dönmeye başlıyorlar. Tüm karıncalar, bu sonsuz döngüde yorgunluktan birer birer ölene kadar dönmeye devam ediyorlar. Sosyal denekler olarak sınanırken bu hayatta bizler de yönünü kaybedenlerin peşinden sürüklenmemek için önce içimizdeki asıl Ben’in peşine düşmeliyiz. İçimizdeki Habilin peşine! Kabil’in izini takip edenler nisyanlarında, gafletlerinde kendi benliğini unutarak heba oldular çünkü.
Yunus Emre’nin dediği gibi “Beni bende demen, ben de değilim / Bir ben vardır, benden içeru”. İçimizdeki o asıl Ben’e ulaşmak dileğiyle. Ve bu satırlara eşlik eden Barışmanço’nun huzur dolu sesine bütün benliğimizi dahil ederek bir kez daha yüksek sesle söylemek gerekirse:
“Bir sen var ki senin içinde, senden öte senden ziyade,
Bir ben var ki benim içimde, benden öte benden ziyade!”