En ağır yükleri insan sırtında değil içinde taşır, derler.
Bazı yükler vardır ki aşikârdır, herkes görür herkes bilir. Bazı yükler ise görülmez, taşıyan o yükü aşikâr etmediği sürece çoğu zaman başkalarının bilmesi de pek mümkün değildir. Yüz hatlarına yansıyan, mahzun gözlerinde durağanlaşan, kapalı dudakların arasında suskun kalan mesele kişinin taşıdığı yükün ağırlığının dışarıya yansıyan izdüşümüdür aslında, ama görülmez genelde. Dikkatli bakanlar, gördükleri çehrelerin arka planında olanı merak ederler ancak, acının ağırlığını ve nev’ini ise tahmin etmeleri genellikle pek mümkün değildir. Farklı nedenlere yorumlanır umumiyetle; özellikle de hastalığına, sıkıntısına veya onu üzen herhangi bir şeyin varlığına… Sorulsa da aslında ne soru ne de cevap yüreklerde taşınan, insanın içini yakan ağır yükün açığa çıkmasına yol açmaz, aşikâr etmez.
Bu yük öyle bir derttir ki Âşık Veysel’in ifadesiyle “Derdimi dökersem derin dereye / Doldurur dereyi düz olur gider” ifadesinde yer aldığı gibidir; çoktur ve ağırdır. Ve o dert ancak dili olmayan ve başını taştan taşa vurarak gece gündüz demeden kimi yerde coşkun kimi yerde durgundur; akıp giden derenin yatağını sığmayacak kadar çoktur, azgındır, yıkar ve yakar içerisinde bulunduğu yatağı.
Dert özeldir; paylaşmak ise azaltmaktan sakinleştirmek daha çok derin yaralar açar ve zaten ona çözüm bulup merhem olunması da imkân dâhilinde olmaz genellikle…
İnsan sırtında taşıdığı yani hamalı olduğu görünen küfenin ağırlığını bedensel olarak hisseder. Sırttaki bu küfeyi ise çevresindeki herkes görür, taşıyan için üzüntülerini hissetse de belki kimi sözcüklerle seslendirse de yükün omuzlara binen ağırlığını ancak taşıyan bilir. Ama öyle bir yük daha vardır ki, görünmez, sırtta taşınmaz; o nedenle çevresindeki çoğu insan farkında bile olmaz.
Bu öyle bir derttir ki, oldukça ağırdır. Ağırlığını sadece taşıyan bilir, bilir ama yaşadığı ruhsal sıkıntıyı anlatmak hem zordur hem de herkese anlatılabilmesi de mümkün değildir ve özellikle de zordur.
Ağır olan sırtta yük, taşınan değil yürek yakandır. Yakılan, kavrulan yüreğin muhakkak ki dışarıya bir yansıması olacaktır. Kimseyle paylaşılamayacak denli ağır olan bu yük kime veya neye anlatılabilir ki… Onu dinlemenin ötesinde gerçek anlamda anlaşılamayacağı ve çare olunamayacağı tahmin edildiği için insana değil de insan dışında çevresinde var olan herhangi bir nesneye anlatmak geçer kişinin içinden. Ama onlarında bu yükün altında ezileceği, dayanamayacağı düşünüldüğünden, kişi derdiyle baş başa kalır. Derdiyle hemhâldır. Derdini ifade etmekten, açıklamaktan çekinir. Ve aşığın dediği gibi; “Yüklesem derdimi de esen yellere /Ne rüzgâr dayanır ne de yel çeker/ Başım alıp gitsem bir yüce dağa/Ne dağlar dayanır ne de yol çeker”
İşte bu dert insanın çektiği, taşıdığı ağır yüktür. O nedenledir ki insan en ağır yükü sırtında değil yüreğinde yaşar. Yürekte yaşanan ağır yük, acısı dayanılmaz olan bir yaradır, dermansız dert gibidir. Paylaşılmayacak denli kişiye özgü yakıp kavuran çaresizliğin, tükenmişliğin ve bir türlü çıkışı olmayan aşılamayacak engebeli bir açmazdır. Öyle bir açmaz ki, ne yana dönülse o tarafı çıkmaz sokak, o tarafı kapanmış kapıdır.
Sadece sırtta taşınan yük değil, yürekte taşınan, gizlenen ama için için yakan o ağır yük insanı öyle yorar ki, dinlenmeyle geçilecek ve giderilecek bir yorgunluk değildir asla. İnsanın içini yakan ağır yükün yorgunluğu dinmez.
Bîtap düşmüş insanın yüreğinde taşıdığı yükün ağırlığı çehresinde derin hüzünler oluşturur. “Şu koca dünyada derdin elinden/ Ağlar oldum, güler oldum, del’oldum/ Muhannetin acı tatlı dilinden/ Yanar oldum, tüter oldum, kül oldum.”
İşin özü dert ile dertlenmeyen derdi anlamaz.