Hayata ve eşyaya nasıl bakıyorsa öyle mi görüyordur insan? Hatta görme organı dediğimiz gözün kadrajına girenler aynı mekânda, aynı anda ve aynı tarafa odaklanan kişiler tarafından aynı mı görülür? Şu bir gerçek ki aynı şeye bakan insanların aynı şeyi görmediği kanaati yaygındır hep.
O nedenledir ki insanın acaba baktığı gördüğü müdür?
Hayat, bir bakıma, her birimizin bakış açısıyla şekillenen bir anlam evrenidir. Gözler, fiziksel olarak aynı işlevi görse de, yöneldiği her nesne, bireylerin hayatı boyunca edindiği ve beslendiği ruhsal dünyasının yorumuyla şekillendiği ve bakış açısı ile anlam kazandığından haliyle birbirinden farklılık arz eder. Zira odaklanılan noktadan zihne ve yüreğe yansıyan, gözün ardına yansıyan objeye yüklenen anlamlar nedeniyle kişiden kişiye birbirinden farklılar arz ettiği varsayılmaktadır.
Yeryüzünde yaşayan tüm insanlar aynı dış dünyayı paylaşıyor olabilir, ancak her bir insanın bakış açısı, kalpleri, düşünce sistemi ve geçmişi farklı olduğu için, “görme” ve “bakma” biçimleri de doğal olarak farklıdır. Örneğin, bir insan bir çiçeğe baktığında sadece rengini ve şeklini yorumlarken, bir başkası o çiçeğin kokusunu, bir başkası o çiçeğin tohumdan çiçeğe dönüştüğü evreyi veya ifade ettiği mana derinliğini zihninden geçirebilir ve gördüğü kendisinde kalan izlenimidir. Objeye yüklediği anlamdır kişide kalan… Görme, kişiden kişiye değişen biçimde sadece dış dünyaya bir bakış değil, onun ardında saklı olan gizemli dünyanın da yansıması ve yorumlanmasıdır aslında. İnsanın baktığında gördüğü, yalnızca gözlerinin yakalayabildiği bir nesne ya da görüntü değil, o anki ruh halinin, geçmiş deneyimlerin ve değerlerin harmanlandığı bir yansıma olduğu göz ardı edilemez.
Aslında görmek, bir şeyin görünen kısmının ötesine geçmektir; daha derinlerine inmek, yalnızca fiziksel bir algıyı değil, o şeyin arka planında ona değer veren, anlam ve gücünü hissedebilmektir. Bunu yapabilmek, bir tür ruhsal fark ediş ve anlayış gerektirir. Bakmak, gözlerimizin bir nesneye odaklanması fiziksel olarak fotoğrafını çekmesi gibidir; görmek ise kalbimizin, ruhumuzun o nesneyle buluşmasıdır. Ve bu buluşma, her insanın ruhsal ve kişilik yapısına göre farklı şekillerde, yoğunlukta ve boyutlarda oluşur.
Ve dikkate alınması gereken önemli bir hususta, gözle temas kuran obje, kişinin hayata bakışında, geçmişin gölgesinden, geleceğin bilinmeyeninden ve yaşanılan anın karmaşasından etkilenerek topyekûn bir anlama bürünmesidir. Her bakış, ruh dünyasının yansımasında hissedilen kadardır. Eğer bir insan kalp kırıklığı yaşıyorsa, dünyayı kırık, parçalanmış ve hüzünlü bir şekilde görebilir; eğer içinde umut varsa, her şeyde bir güzellik ve hoşluk perspektifi katar. O yüzden “görmek”, yalnızca gözlerin değil, kalbin, zihnin ve ruhun da katıldığı bir sürecin toplamıdır.
Dışarıdan bakıldığında aynı dünya, herkes için farklı anlamlar taşır ve yorumlar içerir. Örneğin kırsal bir çevrede büyüyen bir çocuk, dünyanın anlamını, içerisinde büyüdüğü çevrenin var olan sınırları ve etkileri kadar algılar ve yorumlar. Yine, kalabalık bir kent merkezinde yetişen çocuk ise daha geniş bir görüş alanına ve değerlendirme açısıyla bakabilir olaylara. Ayrıca eğitim, bilgi ve görgü de bu çerçevede değerlendirilir. Yine birbirinden farklı kültürler, toplumlar ve geçmişler, her bireyin dünyayı algılayış biçimini de farklılaştırır. Aynı ortamda hatta aynı anda bulunan kişiler ruh dünyasına göre yorumlar karşılarındaki çevreyi ve objeyi. Doğal güzelliği ile şehirden uzak ve kalabalıkların olmadığı bir ortamı bazıları huzur verici sükûnet iklimi olarak algılarken, bazıları yalnızlığın ve terk edilmişliğin hissiyle yorumlayabilir. Bu tablo, birinin içindeki yalnızlığın verdiği korkuyu, diğerinin ise istediğini yapabilmenin özgürlüğü ifade edebilir.
Baktığımız şey, çoğu zaman zihnimizde önceden var olan düşüncelerin ve hislerin bir ürünüdür aslında… Görme organıyla algıladığı dünyayı bilgi birikimleriyle yorumlar insanlar. Bazen bu şartlanılmış şekilde önyargıyla değerlendirir. Zira birisi kötülük yapmışsa, o kişinin her hareketinde kötü niyet aranır ve sezinlenir genellikle; yardım etmişse, iyilik ve samimiyet çerçevesinde algılanır. İşte bu noktada, hayatın görsel boyutunun yanı sıra, ruhsal boyutunun da önemli olduğu ortaya çıkar. İnsan zihni ve kalbi, gördüğü her şeyi ya dönüştürür ya da anlamını değiştirir ve derinleştirir. Hayat, sadece dış dünyaya açılan bir pencere değil, aynı zamanda iç dünyanın bir izdüşümüdür.
Şu da bir gerçek ki kişinin baktığı şeyler, çoğu zaman ne kadar objektif olursa olsun, asıl gerçeği yansıtamaz. Bu nedenle, bir olayın ya da bir insanın bizim gözümüzdeki yeri, gerçekte ne olduklarından çok, bizim onları nasıl algıladığımıza bağlıdır. Gördüğümüz şey, belki de yalnızca kendi korkularımızın, arzularımızın ve hayal kırıklıklarımızın veya umut ve beklentilerimizin bir yansımasıdır.
Hayat, her anı ile her bakış açısıyla, bir keşif yolculuğudur aslında.