
Hangi çiçek, ötekinin ne zaman açtığını sorgular? Hangi yaprak, bir diğerinden önce düştü diye öfkelenir? Kuşlar bile birbirini ötüşünden tanır da öbürünü incitmeyi düşünmez. Lakin insan kendi nefsinin sesine öyle kulak veriyor ki, başkasının kalbine sağır kesiliyor artık…
Bir insan değil yardım istediğinde eğer muhtaç olduğu tahmin ediliyorsa dahi ona hiç sırt çevrilebilir mi? Ne hazindir ki insan, gözlerini kendi arzularına çevirdiğinden beri etrafını görmez oldu; kalbi, yalnızca kendi ihtiyacı için çarpar hale geldi. Bir gönül çaresiz diye, bir yürek dertli diye yok sayılabilir mi? Oysa toprak aynı, gök bir, kader müşterek… Gözyaşı herkeste tuzlu, ayrılık her yürekte acı. Ama nedense artık insan kendisinden gayrısına bigâne kaldı ne yazık ki… Kalpler daraldı; öyle daraldı ki yalnızca kendisine yer açmakla meşgul sadece…
Vaktiyle Mevlânâ ne güzel söylemiş: “Ne olursan ol, yine gel.” Bugün ise “gel” demek yerine, nedenini sorgular olduk. Hangi yolu seçtin, hangi sözü benimsedin, kimlerle yürüdün… Sanki insanın kıymeti gönlünün derinliğinde değilmiş gibi. Sanki sevgi, yalnızca bizimle sınırlıymış gibi. Günümüz insanı, gelene değil, geçmişine göre değerlendiriyor; ne söyledin, nasıl bir yol izledin diye… Oysa insanı değerli kılan, seçtiği etiket değil; insan oluşu ve gönlündeki sevgidir. İnsan, adımlarında değil, yüreğinde taşır hakikatini. Zira gönlün rengi yoktur, insan, yüreğiyle insandır.
Günümüzün alabora olmuş zihin ikliminde insan kendini gözetmek üzere kuşatılmış sadece kendini düşünür durumda sanki… Gönüller bir zamanlar herkes açıkken şimdilerde sadece kendileri için döşeli. İnsan, aynaya baktığında yalnızca suretini görüyor; içindeki merhameti, iç sesini, sükûnetini işitmek istemiyor bile… Oysa her bir can, ilahi bir nefes taşır. Her insan, sevginin bir parçasıdır. Ancak insan, parçalar içinde kendini kaybetti ne yazık ki…
Bir vakit dervişin biri şöyle demişti: “Kendini bilmeyen, Rabbini bilebilir mi?” Zübde-i âlem olan insan, ne zaman kendinden haberdâr olacak acaba? Kalbiyle konuşmayı, ruhuyla hissetmeyi terk ettiği günden beri dalından düşmüş yapraklar gibi savrulup durmaktan ne zaman kurtaracak dersiniz… İnsan artık gönüllere dokunabilmeli, yüreklere misafir olabilmeli vakit geçmeden…
Sözde medenidir insan, akıllıdır, gelişmiştir. Ama hâlâ yardım çığlıklarına kulak tıkayabiliyorsa, hâlâ komşusunun derdiyle hemhâl olamıyor ve kayıtsız kalıyorsa, ne yapılabilir ki?… Hâlâ kapısını çalanın kim olduğuna değil, ne getirdiğine bakanların çoğunlukta olduğu bir dünyada kendisine yer edinmeye çalışmak nasıl bir anlayışının ürünüdür? Yüzünü insanlığa çeviren nice garip, nice kimsesiz yer yüzünde yaşayan herkesin imtihanı değil mi? Bu imtihanı nasıl geçebileceğini ruhunun derinliklerinde hissetmedikçe insan, sahiplendiği geniş dairelerin, yudumladığı sıcak çayların ne zamana kadar devam edeceğini düşünebilir ki…
Sanırım insanlık unuttu, kalbin de bir dili olduğunu, sevginin sınırı olmadığını, Yaradan’ın her bir varlıkta ayrı bir sır gizlediğini unuttu. Zira, bütün insanlık bir vücuttur. Bir parça acı çekti mi, tamamı hisseder. Lakin insanlık, o acıya kör kaldı. Kendi nefsinin zevkine dalmışken, başkasının çığlığına sağır oldu hep. Oysa bir tebessüm, nice yükleri hafifletir. Bir selam, nice aşılmaz duvarları yıkar. Gönülden bir “merhaba”, gönüllere köprü kurar. Bu köprüleri kurmak yerine yüksek duvarlar inşa ediliyor hâlâ. Herkes kendi duvarının ardında kaldı. Komşunun selâmını unutmuş bir çağda yaşıyor günümüz insanı. Kalpler suskun, gözler perdeli, diller kifayetsiz. İnsanı, insan yapan; malı, makamı, geçmişi değil hâlbuki. Onu yücelten; merhameti, tevazuu, muhabbetidir. “Ben” diyen değil, “sen de” diyebilen insan olabilmektir kemâl. İnsan, kendini başkasının kalbinde bulur. Ne zaman ki öteki ile kendini bir sayar, işte o zaman hakikate yaklaşır.
İşte o zaman bir çiçek, diğerine bakar da “Sen erken açmışsın, ben geç” demez. Der ki, “İkimiz de baharın müjdesiyiz.” Ve ne zaman ki bir kuş, diğerinin ötüşünü duyup başını sallar, “Ne güzel söylüyorsun” der… İşte o zaman insan, insan olur.




