
İnsan, varoluşun en derin en kadim sırrını ruhunda taşıyan bir varlıktır. Ne toprakta karar kılan bir ağaç ne de durduğu yerde paslanan bir metaldir insan. O, ruhunun toprağına ekilmiş, daima hareket hâlinde, daima arayış içinde olan bir yolcudur. Doğum, bu sonsuz yolculuğun yeryüzüne açılan kapısı ve ilk konaklama yeri, son nefes ise varılacağı menzilin kapısıdır. Her ikisi arasında geçen süreç, hem yürüdüğü hem de ayak izlerini bıraktığı engebeli bir göç yoludur.
İnsanın göçü, sadece fiziki olarak bir yerden başka bir yere intikal değil, aynı zamanda idrakin ve ruhun bir hâlden başka bir hâle yürüyüşüdür. Bebeklikten ihtiyarlığa, bilgisizlikten hikmete, ham ervahtan pişmiş nefse doğru süren bir oluş sürecidir bu. Her mevsim bir başka durağı temsil eder aslında. Bahar, umutların coşkun nehri; yaz, mücadelelerin kızıl güneşi; sonbahar, muhasebenin sarı yaprakları, kış ise teslimiyetin bembeyaz örtüsüdür. İnsan, her mevsimin getirdiği yükü omuzlar, her durağın öğrettiği dersi yaşayarak nakşeder hayatına…
Bu göç, daimi bir varoluşsal gerilim taşır başka bir yönüyle de. İnsan, daima “olması gereken” ile “olduğu” arasındaki ince çizgide savrulur durur. Bir şehirden ayrılmak gibi, eski benliğinden, konfor alanından, hatta bazen en sevdiklerinden bile uzaklaşmak zorunda kalmak gibi. Zira bu uzak kalışlar insan ruhunu bir sonraki menziline ulaştırabilmenin sürüklediği göçlerdir aslında. Acı ve kayıp, bu göçün azığıdır; çünkü en büyük dönüşümler, en büyük sancıların ardından doğar. Her ayrılık, aslında içimizdeki bir parçanın ölümü ve yerine daha derin bir bilincin dirilişine gebedir.
Bu büyük göçün en kıymetli hazinesi ise kalbin menzilidir. Dış dünya değişse de en nihayetinde her göç, insanın kendi iç dünyasına, özüne doğru yaptığı yolculuktur esasında. Yani manevi bir yolculuk, hakikate erme çabasıdır. Maddi olanı terk edip manevi olana yönelme uğraşısı, ömrün en asil gayesidir. Devam eden bu göçte, insanın rehberi vicdanı ve inancıdır. Yol boyunca karşılaşılan her zorluk, her imtihan, kalpteki kıvılcımı ateşlemek için gönderilmiş engebeyi aşma çabasının sınavıdır. Çünkü asıl menzil, bir coğrafya değil, mutlak hakikat ile yeniden buluşma arzusudur. İnsanın dünyaya gelişi, bir sürgün metaforu gibi algılanabilir. Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”nde manasını bulduğu gibi. Asıl yurdundan ayrı düşmüş bir ruhun, tekrar ait olduğu yere dönme arzusudur bu. Bu yüzden insan, en zengin sofrada dahi, kalbinin kuytusunda daima bir hüzün taşır, bir özlem duyar. Bu özlem, onun göçünün bitmediğinin uyarıcı nişanesidir.
Her ömrün bir göç hikâyesi vardır. İnsanlığın bilgi birikimi ve medeniyetler tarihi göç hikâyelerinin bileşkesidir. Her nesil, kendinden önceki durağın mirasını devralır, onu geliştirir ve bir sonraki nesle devreder. Bilgi, bir nehir gibi sürekli akar ve insan, bu nehrin kıyısında sürekli yeni sularla tazelenir. İnsan, bilme arzusu ile dünyayı anlamlandırmaya, sanat ile ruhunu ifade etmeye ve hikmet ile varoluşun büyük resmini görmeye çalışır.
Yaşlanmak ise, göç yolculuğunun menzile yaklaştığının işaret taşlarıdır. Artık ayaklar yorulmuş, nefes daralmıştır ama görüş açısı yılların tecrübesiyle genişlemektedir. Hayatın fırtınaları dinmiş, gereksiz yükler atılmıştır. Bu son durakta insan, yalnızca ebediyete doğru atılacak son adıma yaklaşırken, geride bıraktığı izleri ve meyveleri seyreder. Bu, bireysel benliğin eriyip evrensel bilince katılma sürecinin eşiğidir.
Nihayetinde, göç hikâyesi son karesinde ölümle taçlanır. Ölüm, bir son değil, yolculuğun tamamlanması ve yeni bir âleme geçişin sır kapısıdır. Bir dervişin dediği gibi: “Ölüm, yâr ile buluşmadır.” İnsan, dünyaya gelirken ağlar ama giderken eğer anlamlı bir ömür yaşamışsa, huzurla tebessüm eder. Bu hikâyenin anlamı, ne kadar uzağa gidildiğinde değil, yolda ne kadar dönüştüğünde, neleri nasıl ve niçin yaptığıyla alakalıdır.
Zira her insan, kendi göç yolculuğunun hem yazarı hem de öznesidir. Zira bu dünya, bir konaklama yeri değil, sonsuzluğa uzanan bir köprüden geçiş sürecidir.




