Cahit Külebi’yi 20 Haziran 1997’de kaybetmiştik. Hem toplumculuğun hem romantizmin doruğuna onun dizelerinde ulaşabilirsiniz. Yurt sorunlarını, halkımızın yoksulluğunu, talihsizliğini, perişanlığını Külebi’nin şiirlerinde burum burum burkularak okuyabilir, yaşayabilirsiniz. Ama, o şiirlerde, halkın sefaletini ideolojik malzeme yapmak için, atılan sevinç çığlıklarını duyamazsınız. O şiirlerde yalnız insanımızın kötü kaderi değil, onun bütün ruhu, adeta özü vardır.
“….Irmaklar gibi uzaklaşır / Bir türkü kadar uzak / Tekerler iki iz bırakır / Hamutlar şak şak eder, dön geri bak!”
Evet Cahit Külebi, ancak bir türkü kadar uzaktır halkına. Halkın dilini, yalın, pürüzsüz ve içten seslenişiyle, ince benzetmeleriyle aydının dili yapan sanatçı o.
“…. Orada derenin içinde / İki üç akça kavak / Tekerler döner, başım döner, / Kavaklar yeşeriyor, dön geri bak! // Orada, derenin içinde / İki üç çırılçıplak / Alçacık damı düşündükçe / Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak!…”
Bakan değil, gören göz 1917 Zile doğumlu Cahit Külebi. Bir türkü kadar uzak değil, türkünün kendisi:
“….Ne yıldızlar kaynaşır gökyüzünde. / Ne sevdayla dolar taşar gönüller, / Bir rüzgâr eser ki bıçak gibi / El ayak şişer. / Sivas yollarında geceleri / Ağır ağır kağnılar gider. ….”
Dağları, ovaları, yaylaları, bayırları ile, en verimli, en çorak topraklarıyla bizim memleketin ozanı sesleniyor. Kekiği, çiğdemi, madımağı ile bizim ellerin bakan değil, gören gözü o. Kuşkusuz, gönlünün özü, şiir olup karşımıza çıkıvermiş.
Önce Cahit Külebi’nin ağzından şiirin öyküsünü okuyalım:
“Benim inatçı tabiatım yüzünden, hiçten çıkmıştı tartışma.. Ona; “bağışla beni haksızım.. Yalnız bırakma, konuş benimle” diyememiştim. Hissettiklerimi söyleyemezdim, yapımda var bu.. İşte “Hikaye” adlı şiirim o gece, hem de yanım saat içinde ortaya çıkıverdi..
….İşte o gece, eşimle kavga ettiğimiz o gece, içim içime sığmıyor, vicdan azabı çekiyordum. Kendimi suçlu buluyordum. Haksızlık etmiştim. Sabaha kadar uyuyamadım. Masamın başına geçip bir çırpıda “Hikaye” şiirini yazdım. Eşim sabahleyin masanın üstündeki şiiri görünce eline aldı…”( Bir Şiirin Hikâyesi, Feyzi Halıcı, M.E.B. Yayınları İst. 1996 Syf:129)
“…….
Benim doğduğum köylerde / Şimal rüzgarları eserdi / Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır, / Öp biraz.. // Benim doğduğum köyleri / Akşamları eşkıyalar basardı / Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem / Konuş biraz… // Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin / Benim doğduğum köyler de güzeldir. / Sen de anlat doğduğun yerleri / Anlat biraz…”
Eşi Süheylâ Hanım, şiiri okuyunca gülmeye başlar. Kavga ve küskünlük biter. Öğretmenlik yaptıkları okulun yolunu birlikte tutarlar.
Cahit Külebi, kendisinden aşağı yukarı dört yüz yıl önce doğmuş, bir Karacaoğlan gibi resim yapıyor:
“Senin dudakların pembe / Ellerin beyaz / Al tut ellerimi bebek / Tut biraz. …. // Benim doğduğum köylerde / Buğday tarlaları yoktu / Dağıt saçlarını bebek / Savur biraz…”
Bakan değil, ancak gören bir göz buğday tarlalarında başakların dalgalanışını, rüzgarın önünde sevgilin saçlarının savruluşuna benzetebilir. Onun bütün şiirlerindeki seslenişi içten mi içten; benzetmeleri ince mi ince, çekici mi çekici…
Cahit Külebi için şiir zor bir iştir. Türk halkını yaşayan Cahit Külebi, ciltler dolusu kitaplara sığmayan duyguya sadece altı kelime ile yansıtır ki, iliklerinize kadar titrer, coşarsınız:
“Davullar zurnalar döğende,
Biz seni hatırlarız”
İşte saf şiir, işte has şiir budur. Çok kolay bir söz ama, kimsenin söyleyemediği bir söz. Özgür olmayan bir yerde, davullar zurnalar döver mi? Asker ocağına davul zurnasız gidilir mi? Yüce Atatürk’e bundan güzel şükran duygularının anlatımı olur muydu?
“…Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider / Toz duman içinde, / Şavkı vurur yollara. ..” diyordu Sivas yollarını anlatırken.