reklam
reklam
DOLAR
EURO
STERLIN
FRANG
ALTIN
BITCOIN

Asrı Gurbet Harap Etmiş Köyümü

Yayınlanma Tarihi : Google News
Asrı Gurbet Harap Etmiş Köyümü

Rahmetli teyzemin okuryazarlığı yoktu. Çetinkaya’nın üç beş hanelik ücra bir mezrasında ikamet ederlerdi. Bahar aylarıyla bilikte mezraya gider, çeşit çeşit meyveler yetiştirdikleri bahçelerinde çalışır, kışın ise nahiye merkezine dönerlerdi. Altı – yedi çocuk, tarla, bağ, bahçe ve ev işleriyle sıkıntılı ve zor bir hayat geçirmişti.

Küçüktüm; fazla bir şey bilmiyor ve anlamıyordum ama teyzemin o iş yoğunluğunun ve yorgunluğunun arasında çalışırken ya da yorgunluktan bezmiş haliyle bazen kendi kendine bazen yanındakilere konuşulan konularla alakalı söylediği birkaç dörtlükten oluşan dizeleri çok dinlemiştim. Teyzemin söylediği o dizeler nedense çok hoşuma giderdi. Orada bulunan diğer büyükler, bir şeyler daha söylemesini isteyince, sanki bu teklifi bekliyormuşçasına art arda yeni dizeler söylemeyi sürdürürdü. Sonunda bir ahh! çekip içindeki yangını söndürürcesine susar; gözleri dalar, bazen de nemlenirdi. Daha sonraki yıllarda benden birkaç yaş büyük olan oğlu, bir defter yaprağına yazılmış yirmi – yirmi beş kıtalık destan ile ara sıra bize gelirdi. Afyon Sokak’ta ki matbaalara götürür, o destanın baskısını yaptırarak çoğaltırdık. Adaşım olan teyzemin oğlu, destanı akşam içli bir türkü namesiyle bizim evde söylerdi. Hepimiz pürdikkat dinlerdik; genellikle hem destanın sözleriyle hem de teyze oğlunun yanık ve içli bir şekilde ağıta benzer söyleşiyle efkârlanır, hüzünlenirdik.

Destanın hikâyesini de anlatırdı bize teyzemin oğlu, çocuk sayılacak o ruh haliyle… O destanlara konu olan olaylar ise ya bir trafik kazası olurdu, ya da komşu köylerin birinde meydana gelen bir aile faciası, doğum üzerine ölen genç bir gelinin ahvali, köyünü terk edip memleketine dönmeyen birinin acıklı hikâyesi gibi hüzünlü, insanları yaralayan olaylardı.

Ulaşım, o zamanlar çoğunlukla trenle yapılırdı. Teyzemin oğlu da matbaada bastırdığı o destanları nahiyesine götürürken, trende hem içli sesiyle okur hem de satarak giderdi. Sonra da yakın istasyonlar arasında gidip gelerek destanları satar bitirirdi.

Ve zaman akıp gidiyor. Şehrin sokaklarında ne destan satan var şimdi ne de türkü okuyan…

Evet, dünya değişti, imkânlar arttı ve teknoloji ilerledi. Artık üçüncü hamur A4 kâğıda bastırılmış destanları sokak aralarında yanık seslerle okuyarak satmanın hiçbir manası yok. İnsanlar artık, televizyondan, mp3’lerden, cep telefonlarından ve internet ortamından istedikleri sanatçıdan istedikleri parçaları kaliteli şekilde dinleyebiliyorlar. Bugün kaldırımlarda yürüyenler, toplu taşım araçlarında bulunanlar, parkta, bahçede ya da herhangi bir yerde oturanlar, kulaklarına taktıkları aletler sayesinde müzikle her an beraber yaşıyorlar. Öyle ki yanında ki bir insanın ona söylediği sözü dahi neredeyse duymuyorlar…

Müzik farklı kulvarlarda ve farklı formlarda özellikle de gençlik arasında yoğun şekilde yaşıyor, yaşanıyor şimdi.

Kabül gören yaygın ve popiler müzik ise, ne destanımız ne de türkümüz… Anadolunun ücra bir köyünde harfleri dahi bilmeyen bir Anadolu kadının yüreğinden sözlerine dökülen ve ruh derinliğinin bu coğrafyayla buluştuğu söz değil, müzik ise hiç değil……

Oysa türkülerimiz, bu toprakların sesiydi. Bizimdi. Bize aitti. Bizim yaşadığımız duygusal coğrafyamızın hassas rengini ifade ettiğimiz kültürümüzdü.

Anadolu topraklarında eskisi kadar türkü yakılmıyor artık… Türküye rağbette yok.

Yaşadığımız yeni hüzünlerimize, özlemlerimize, aşklarımıza ait yeni türkü yakanlar da yok, söyleyenlerde… Bir kaç halk ozanın seslendirdikleriyle yetiniyoruz ve bir de yıllardır bu topraklarda söylenen binlerce türkümüzü kimi ortamlarda dinlemekle…

Geçmişte bu topraklara türkü yakılır, türkü söylenirdi. Türkü, tarihimizin, hayatımızın kısacası insanımızın yüreğinde hissettiği, içinde büyüttüğü, özlemi, aşkı, hasreti, öfkesiydi. Tavrımızdı. Sadece kendisinin değil, içerisinde yaşadığı toplumun her hangi birinin her hangi bir derdi, o toplumda yaşayan her bir yürekte yansımasını dizelere dökülmüş şekliyle buluyordu, çoğalıyordu, yankılanıyordu. Dün iletişim yok denecek kadar azdı ama bu coğrafyada hep birlikte yaşanıyordu ve hep birlikte hüzünleniliyor ve birlikte efkârlanılıyordu. Bugün iletişim arttı, sınırlar aşıldı ama koca bir köye dönüşen bu dünya da artık insanlar yalnız kaldılar; tek başına yaşıyor, tek başına hüzünleniyor ve efkârlanıyorlar… Ne türküsünü yakacak birisi var, ne de ruhundaki duygulara ortak olacak, ses ve söz olacak birisi…

Mehmet Özbek’in deyişiyle: “Türkülerimizdeki sırları çözebilmek, o sıcak anlatımların tadına varabilmek, Türk dilinin anlatım gücündeki kudret ve zenginlikle ezginin oluşturduğu âhengi birlikte hissetmek, türkülerimizi derinlemesine anlamak ve kavramak için şarttır.” Haliyle türkülerimiz toplumsal hayatımızdı aslında, birliğimizdi, beraberliğimizdi. İçtendi, anlamlıydı. Başka bir ülkenin değil bizim lisanımızdı. Bizimdi. Ülkemizin önemli şairlerinden biri olan Bedri Rahmi Eyüpoğlu bir şiirinde “Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” diyor.

Teyzem gibi kayda geçmeyen, yaşadığı köyde ve çevrede kalanların dışında 850’yi aşkın halk ozanın yetiştiği bu toprakların güçlü seslerinden Ali Kızıltuğ’un bir türküsünde dediği gibi türkülerimizin kaybolmasıyla birlikte köylerimiz, şehirlerimizde harap oldu gitti…

“Asrı gurbet harap etmiş köyümü

Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele

Ben ağayım ben paşayım diyenler

Kapıları kitlemişler gel hele”

YORUM YAP