Düşününce insanın yüreğini yakan duyduğu kimi cümleler olur ki, değdiği yürekte bıraktığı etki açılmış bir yara gibi kanar durur. Yıkıp geçtiği geceleri, tarumar ettiği uykuları telafi etmek kabil-i mümkün olmayabilir. Ama söylenmiştir, söz ağızdan ok yaydan çıkmıştır bir kez…
Söyleyen mi umduğu dağlara kar kütlelerinin yuvarlana yuvarlana, katlana katlana önü alınmaz ve durdurulmaz bir çığın altında kalmıştır, ya da işiten mi? Kim bilir? Neden ve hangi niyet, hangi saiklerle yakıp yıkan cümleleri söylemeye yöneltmiştir? Söylenmeye değecek denli söyleyeni yaralayan ya da haklı kılan gerekçe acaba etraflıca daha açıkçası empati yaparak, neden yapılmadığı, niye yapılmadığı akıl edilmemiş midir?
Olan olmuştur, bir kez yıkılan gönül kaç kez istiğfar edilebilecektir ki telafisi mümkün olma ihtimalini yakalaya? İstiğfar ya da özür, onu olmamış ve kırmamış yapabilecek midir, bilinmez. Bunu da fark edebilmek ise erdem sahibi olan kişiye hastır. “Bir kez gönül yıktın ise” ya da mütefekkirimiz Mustafa Kutlu’nun deyimiyle “Bir kez kalbin aynası çizildiyse, çizikler çatlağa, çatlaklar uçuruma dönüş”tüyse, keferati mümkün olacak mıdır?
İnsanız sonuçta, yanlış anlamaya da yanlış yorumlamaya meyyal bir yapımızın olduğu bir gerçektir. Zaten bu özelliğimiz iyiyi kötüden ayırt edebilme kabiliyetindedir; olması gerekeni neden olmadığından ayırt edebilme kabiliyetimiz oranında ise insan-ı kâmilliğe ulaştırır.
Ama ne yazık ki, kimi kişiler saplandığını fark etmediği derin kuyudan, güneşi ancak kuyunun ağzı kadar görebilir. Yanılgı daraltılmış bir bakışın haklı olduğu zehabıyla sürükler, onun gayrisinde her şeyi seçemediği karanlıkta yok sayar. Ve durduğu bu yerden bakıp görebildiği kadar olan uykuyla bir dünya kurar. O dünyada biriktirdiği ve büyüttüğü cümlelerle kendinden önce âleme nizam verir. Muhakkak ki hiçbir cümle öylesine gelişigüzel söylenmemiştir. O cümleyi söylemeye, söylemekten önce aylarca zihninde saklayarak, büyüterek yerini, zamanını ve fırsatını bulunca, içinde büyüyen öfke ile birlikte olanca hararetiyle ve işitenler arasında rencide edici bir üslupla ve gelişigüzel boca etmek, hangi erdemli insanın yüceliğinin dışavurumu olabilir ki?
Bir talebimiz, beklentimize uygun vuku bulmadıysa nasip diye inanmamız gerekeni ıskalayıp, karar kılıcıya dokunmaya cesaret etme cüretini göstermeksizin belki değer verdiğimiz ulakları yerden yere vuracak ve bunu da açık sözlü, gözünü budaktan, sözünü herkesten esirgemeyecek güçte görüp, sahip olduğu konforlu hayatının gölgesinin gücüne sığınmak, sarraf terazisinde kıymet ifade etmese gerekir.
Ne yaparsın ki hayat böyle, insan böyle işte…
Herkes durduğu yerden, görmek istediği şekilde bakıyor. Belki biraz daha ilerisi, gördüğünü gördüğü gibi değil, gönlünden geçtiği gibi yorumluyor, gerekçelendiriyor ve inanıyor. Haliyle, ulaşamadığı arzularını, yerine getirilemeyen talep ettiklerini belki böyle bir değerlendirme nihayetinde kendi iç dünyasında bir tatmin aracı olarak yaşayıp, yüreğini ferahlatıyor olabilir. Ama sarf ettiği cümlelerle kırdığı gönlün nasıl ve ne şekilde tarumar olduğunu, onu tekrar hoşnut etmenin mümkün olup olmayacağını ise belki de hiç aklına getirmiyor. Hâlbuki “bir kez gönül yıktın ise…”nin sonuçları hesabın ve mizan terazisinin hangi kefesinde nasıl bir bedelle kendisine döneceğini bilmiyor olmak mümkün mü?
Haklı veya haksız olalım, sınırlı ve sonlu dünyanın bir gün biteceğini ve bir gün sınırsız ve sonsuz varlığı gerçek olan dünyaya gideceğimizi, burada ne ektik ise orada onu biçeceğimizi adımız gibi bildiğimiz bu dünyada, değer mi bir gönlü kırmaya, yıkmaya?
Öyleyse, zor da gelse kendi nefsimiz, gururumuz önümüzü set gibi kesse de, hâlâ haklı olduğumuza tüm benliğimizle inansak bile, bir gönlü kırmaya değer mi?