reklam
reklam
DOLAR
EURO
STERLIN
FRANG
ALTIN
BITCOIN

Bir Şehri Tanırken

Yayınlanma Tarihi : Google News
Bir Şehri Tanırken

Zaman ve mekân bir şehrin ömrüdür, özgeçmişidir bir bakıma. Özgeçmişin öznesi ise o şehirde yaşayanlarıdır; toprağının altında ve üstünde o şehirli olanlardır…

Zira bir şehir sadece an ile kaim değildir, evveli ve ahiri ile ve dahi bugünü ile topyekûnuyla bütündür. O nedenledir ki bir şehri tanırken, o şehrin ömrünün karelerinde yer alan mekânları ve insanları da tanımak gerekir. Nasıl ki dünden kalan ve tarihî bir eser diye koruyarak, estetiği karşısında hayran kaldığımız mekânları ziyaret ediyorsak, düşünesiyle, eserleriyle ve verdiği mücadeleyle o beldeye can ve kan katan şahsiyetlerini de ziyaret etmek, tanımak ve yâd etmek gerekir.

Sivas’ı gezmeye nereden başlayacağız diyen kahvaltı masasındaki rehber ve konuklarımıza, işte böyle dedim. Bu toprak bin yıl önce Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Anadolu’ya girişinden dört yıl sonra yani 1075’de Türk milletinin ana yurdu oldu; o günden beri işgale uğramamış vatan toprağımızdır. Devlet-i Ebed-Müddet olan varlığımızın bir mekânı, milli mücadelenin “en emin beldesi” olmuştur hep. Ecdadımız bu coğrafyayı milletimize daimi yurt edinmesinden yaklaşık 250 yıl daha önce İslam’ın öncü güçleri bu şehre geldiler, kapı araladılar, yol açtılar ve iz bıraktılar.

İlkin onlara selam vermek gerek, bu şehri bize bırakanlara.

İşte bu nedenle Sultan Alparslan’ın Anadolu’ya gelmesinden 250 yıl önce bu coğrafyaya gelen ve bu şehrin bizim olmasına öncülük edenlerin türbelerini ziyaret ile başlayacağız gezimize…

Aracımıza biniyor, Sivas’ın doğusuna, Erzurum yolu üzerindeki halkın Yukarı Tekke dediği Akkaya Tepesine doğru yol alıyoruz. Tepenin önünden Mısmılırmak akıyor. Bugün şehrin içinden akan beş dereden sadece bu dere kaldı insanlara, betonlara gömülmedi, yolun altına alınmadı, hayatımızdan çıkarılmadı Mundarırmak, Pünzürük ve diğerleri gibi. Etrafı yeşillendirilerek ve sosyal donatılar eklenip yaşanabilir bir mekâna dönüştürülerek Aksu Parkı yapıldı. Ve bugün Mısmılırmak şehrin içinde akmaya devam ediyor.

Ve misafirlerimizle Karaağaç Köprüsünden geçerken ırmağı ve Aksu parkını izliyoruz.

Aracımızın içinde giderken misafirlerimiz, gözlerine ilişen tarafa doğru dikkatle bakıyorlar hep birlikte… Merak ve hayret içindeler. Baktıkları nokta, apartman binaların arasından zar zor görülen keskin eğilimli sarp ve yüksek tepe ve en uç kısmındaki cami… Neden bu sarp kayanın ucuna cami yapılır ki?  Şaşkınlar.

Orası Yukarı Tekke Cami, Abdülvehab Gazi Türbesi diyorum.  Ve aracımız bin yıllık şehir mezarlığı arasından geçerek tepenin en ucuna, caminin olduğu yere geliyor. Aracımızdan iniyor, türbeyi ziyaret ediyoruz. Sekizgen kesme taş ile kubbeli olarak yapılan türbenin içinde Abdülvehab Gazi hazretleri metfun. Abdülvehab Gazi hazretleri 730’lı yıllarda Anadolu içlerine yapılan seferlerde İslam’ı anlatma niyetiyle bu topraklara gelmiş bir eren. Bu bölgede gönüllere dokunmuş, İslam’ı, hakkı, adaleti anlatmış, Battal Gazi ile Ahmet Turan Gazi ile omuz omuza olmuş, İstanbul kuşatmasına katılmış yiğit ve cengâver biri. Nihayetinde yapılan bir çatışmada Soğuk Çermik civarında şehit düşmüş, cesedini sel suları işte bu tepenin yani Akkaya tepesinin önüne kadar sürüklemiş ve üzerini kumlar örtmüş. Türkler Anadolu’yu yurt edinince görülen bir rüya üzerine cesedini tepe önündeki ırmak yatağından çıkarıp Akkaya’nın zirvesine defnetmişler ve türbe yapmışlar. İşte o günden bugüne bu türbe ziyaret edilmektedir.

İstanbul’dan gelen misafirlerimizle işte o tepenin üstündeyiz. Ziyaret ediyor, dualarımızı yapıyoruz.

Şehrimize yani Sivas’a bakıyoruz. Şehir ayağımızın altında, bir çarşaf gibi serilmiş gözlerimizin önüne. Kuzeyden güneye doğru hafif eğimli geniş ve oldukça düz olan bir ovaya kurulmuş Sivas. Kuzeyi Mereküm dağları ve yaylası, güneyi Kardeşler dağı ile sanki birbirine uzak iki kol gibi yükselen dağların arasında. Doğu girişi Erzurum, batısı ise Ankara’ya uzanan bir daraltılmış boğaz gibi. Ve Kızılırmak doğudan batıya doğru şehrin güney eteklerinden, üniversite ve şehir arasından akıp gidiyor. Üzerinde bir bilezik gibi tarihi taş köprüler her iki yakayı bir birine bağlıyor. Ve biz Yukarı Tekke’den, gözlerimizin önündeki şehri nokta nokta izliyoruz. Anlatıyorum, zamanımız el verdiği oranda birçoğunu gezeceğiz, diyorum.

Ve Sivas’a bakıyoruz Yukarı Tekke’den… Çifteminare’nin, Gökmedrese’nin Ulu Cami’nin, Paşa Camisinin minareleri yükseliyor. Ve Sivas Kalesi, arkasında halkın tabiriyle ve ilk adıyla Cer Atölyesi, ötelerde Çimento Fabrikası,  Güdük Minare, ırmağın öbür yakasında üniversitelerimiz… Bu şehir Selçukluların başkenti, Osmanlının eyalet merkezi, cumhuriyetin temellerinin atıldığı şehirdir. Bu şehirde Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus, kendi adıyla devlet kuran Kadı Burhaneddin yatmaktadır. Osmanlı şehzadeleri metfundur. Bu şehirde Eğri Seferine katılıp ordu önünde dua eden üç dilde kitap yazan Şemseddin Sivasi vardır. Bu şehir âşıkların, şairlerin, ediplerin şehridir. Âşık Veysel’lerin, Ruhsatî’lerin, Kul Himmet’lerin, Sefil Selimî’lerin ve daha nicelerinin şehridir.

Şehir insanla kaimdir, edibiyle, âlimiyle, aşığıyla, sanatkârıyla… Sivas’ın sevilen şairi Yavuz Bülent Bakiler bu şehir için der ki:

“Bir gün bir derviş gibi çıkıp gelirsem eğer

Görürsem bir daha gönül gözüyle seni.

Anla bir rüzgâr gibi yüreğimden geçeni.

Ve sonra anam gibi sar beni Sultan şehir.”

YORUM YAP