Akşam yaklaşmak üzeredir. Arnavut taşlarıyla kaplı, eğri büğrü sokakları ve bahçeli evlerinde pürtelaş bir koşuşturmacanın hüküm sürdüğü vakitlerdir. Mutfaklardan etrafa yayılan kokular bütün bir evi, bütün bir mahalleyi neredeyse kuşatmaktadır. Annelerin, ayaklarına dolaşmasın diye dışarıya gönderdikleri çocuklar sokaklarda bir yandan kendi aralarında oynadıkları saklambaçların, körebelerin, ip atlamalarının coşkusuna kapılmışken öbür yandan kulakları açıktır hep. Şehrin semalarında yankılanacak olan sesi beklemektedirler. Bu bekleyiş anlamlı, önemli ve heyecanlıdır. Bu bekleyiş evlere, sofra kurmanın hazırlığında olanlara ve evin köşesinde tespih çeken veya Kur’an okumakta olan yaşlılarına haber verebilmenin bekleyişidir.
Sivas Kalesi’nden bir gök gürültüsünü andırır şekilde yükselen, şehrin uzak mahallelerinde dahi yankılanan sesi ilk duyan olabilmenin telaşı ve heyecanı vardır çocuklarda. Bir ay boyunca her akşam bu vakitlerde mahallenin neredeyse tüm çocukları sokaklarda büyük bir heyecanla hem oyunlarını oynar hem beklerler bu anı. Beklenen an gelmiştir. Şehri irkiltircesine yayılan o ses nihayet gür yankısıyla duyulur ve çocukların her biri, bir yandan “Top atıldı!…” nidaları ve çığırışları arasında oyunlarını bırakıp aceleyle koştururlar evlerine…
“Top atıldı!…”
Bu haberi eve ulaştırmada ve sofraya oturmada öyle aceleci davranırlar ki, görülmeye değer… Odanın orta yerine kurulmuş yuvarlak bakır sininin veya sofra tahtasının etrafına diz dize otururlar hemencecik. Çocuk kalbi ve safiyeti içinde bir büyüğüne orucunu satmış olanı da, açlığa dayanamayıp gün ortasında orucuna direk vereni de, akşama değin acıkmasına ve susamasına rağmen ağzına bir şey almayanı da hemen su bardağına sarılmak ister. İster ama büyüklerin göz ucuyla ikazları üzerine okunan ezanın bitmesi beklenir, dualar edilir. Ve nihayetinde evin büyüğünün besmelesiyle oruçların açıldığı an sofra başındakilerin her biri su içmeye başlar, tarifsiz hoş duygular gönüllerde dalga dalga yayılır. Herkes gün boyu açlık ve susuzluğun verdiği bekleyişle konuşmayı durdurmuştur artık; sofrada kaşık sesleri duyulur sadece. Bütün hane halkı sofranın etrafındadır; dedesiyle, ninesiyle, büyüğüyle, küçüğüyle birliktedir…
Ramazanlar çok farklıydı İmaret Mahallesi’nde… Çocukluğumuzda…
Sadece çocuklar mı oruç tutmanın heyecanını yaşardı, bilemezdim. Ama mahalle oruç tutardı sanki. Şehir oruç tutardı.
Kadim bir şehrin kadim bir mahallesiydi doğup büyüdüğümüz İmaret Mahallesi. Varlıklısıyla yoksuluyla memuruyla işçisiyle sosyal statünün her bir türünden örnek kişilerin aynı mahallede ve aynı sokakta bitişik evlerde oturduğu bir mahalleydi bizim mahallemiz. Herkes birbirinin tabiri caizse yedi ceddine vâkıftı. Selamlar alınır verilirdi, hâl hatır sorulur, muhabbet edilirdi, kadir kıymet bilinirdi. Sokaklar ortak yaşam alanlarıydı, canlıydı, güvenliydi. Yaz bahar aylarında hayat, evlerin bahçelerinde ve sokaklarındaydı âdeta. Komşuluk değerliydi, samimiydi. Yalnız değildi insanlar, yabancı değildi. Sokaklarımız da güvensiz değildi.
Yılın her mevsimi ve her ayı kendine özgü hareketliliğiyle sürer giderdi hep, ta ki Ramazan mahalleye gelinceye değin… Ramazan farklıydı, daha içten, daha samimi ve daha yüreğe dokunandı. Herhangi bir mevsimden, herhangi bir aydan farklıydı İmaret Mahallesi’nde Ramazan. Günün 24 saati gecesiyle gündüzüyle dolu dolu geçerdi; çocukların, gençlerin, büyüklerin ve kadınların bu süreç içerisinde diğer aylardan farklı meşguliyetleri gayri resmi bir planlamanın terk edilmeyen akışı içerisinde sürerdi hep. Gecelerinde sahura hazırlık, sabah namazı öncelerinde camilerdeki mukabeleler, öğle namazı sonrası kadınlara ve erkeklere camilerde verilen vaaz ve nasihatler, ikindi namazı öncesi evlerde okunan hatm-i şerifler ve iftar sofralarının hazırlanması. Ve teravih namazları: kadınıyla erkeğiyle, çocuğuyla genciyle… Namaz aralarında hep bir ağızdan okunan ilahiler, salavatlar eşliğinde bir coşkun huzur gönülleri rahatlatır, kuşatırdı insanları. Ve Kadir geceleri, sabrın inançla yoğrulduğu bir teslimiyetin şükran ifadesi olan tespih namazları, Peygamberimize ait sakal-ı şerifi ziyaret edebilmenin heyecanı içimizi kaplardı saatler öncesinden. O gece çevre mahallelerden gelen yoğunlukla İmaret Camisi’nde yer bulunmazdı âdeta.
İftar sofraları yalnız yapılmazdı, ya davetler olurdu ya da davetlere gidilirdi. Hısım, akraba, komşu ve özellikle mahallede geçimini zor temin eden aileler sofraların vaz geçilmez ağır misafirleriydi hep, ikramlar yapılırdı imkânlar el verdiği kadar… Ve çocuklar sevindirilirdi hep, Ramazan’a özgü renk renk şekerden imal edilmiş çubuklar üzerindeki küçük modellerden oluşan horoz şekerleri, Ramazan’ın yüzleri tebessüm ettiren simgeleriydi. Ramazan huzur mevsimiydi; birliğin, beraberliğin, yakınlaşmanın ve paylaşmanın insanları sardığı bir mevsimdi. Ramazan kişinin sadece tek başına veya ailesiyle sadece kendi fertleriyle beraber olduğu bir mevsim değildi. Ramazan insana, aileye ve mahalleye gelirdi.
Şimdi geri dönüp bakıyorum da bir mahalleli olmak ve mahallede yaşamak günümüz insanının çok anlayacağı bir duygu değil…
Şehirlere Ramazan gelmiyor artık.