Geçen gün Sivas’ın eski fotoğraflarına bakarken, sanıyorum Paşa Cami’nin minare şerefelerinden veya biraz daha arkasındaki yüksek apartmanların birisinden çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraf dikkatimi çekti ve dakikalarca fotoğrafa baktım. Dörtyol mevki dediğimiz yerden itibaren Subaşı Hanı ve Yeni Cami’den Çorapçı Hanı’na ve daha ilerilere, Atatürk Caddesi tarafından ise Meydan Cami’den taa aşağılara Kepçeli’ye kadar olan alanı bir nevi kuşbakışı olarak resmeden bir fotoğraftı bu… Çok katlı Kunduracılar Çarşısı ve Terziler Çarşısı henüz yapılmamış… Bu binaların yerinde tek katlı, birbirine sokulmuş, daracık sokakları olan, onlarca belki yüzlerce küçücük dükkânların çinkolu tuğlalı çatıları görünüyor. Geniş bir alan gözlerimizin önünde…
Çocukluk hatta gençlik dönemlerimin başlarında bu çarşıya ben de çok gitmiş, alış veriş yapmıştık.
Bildiğim kadarıyla bu alanda bulunan çarşının tek bir ismi yoktu. Bölgedeki dükkânların çeşidine göre isimlendirilmişlerdi. Tuzcuların içi, Kunduracılar Çarşısı, Terziler Çarşısı, Yemeniciler, Sakadatçılar.. hatırlayabildiğim kadarıyla söylenen isimlerdi.
Çarşı ne zaman teşekkül etti, geçmişi hangi tarihlere kadar gidiyor, bilmiyorum. Fiziksel olarak günümüz işyerleriyle kıyaslanmayacak kadar gösterişsiz ve dekor itibariyle çok ilkel gibi görünse de daracık sokaklarda birbirine neredeyse sokulmuşçasına yapışık, karşı komşusu ile göz göze gelecek kadar yakındılar. Ön duvarları olmayan, ön tezgâhlarının küçük bir kısmı daracık sokağa sarkan, sabah ezanında kepenklerini açtığında akşam vaktine kadar tüm dükkânın sanki tezgâh gibi sokağa açıldığı, sevimli, sıcak ve cana yakın bir dükkânlar panayırıydı adeta… Öyleki çarşıya giren bir müşteri bu daracık sokaklarda, tüm dükkânın bir tezgâh gibi açık olduğu alanda, neredeyse kendi evi gibi sıcak sımsıcak bir iklimde gezinir, alışverişini yapar ve gönül rahatlığı içerisinde çıkardı çarşıdan…
Genellikle bir veya birbirine yakın bir kaç sokakta aynı tür eşyaları satan ve imal eden esnaf yer alıyor ve bu esnafların yer aldığı sokakların olduğu bölge ise onların ismiyle anılan çarşı olarak adlandırıyordu. Örneğin Taşhan’ın karşısındaki ilk sokak yani Subaşı Hanı’nın kuzey tarafından girilen sokak Kunduracılar Çarşısı idi. Çocukluğumuzda bize çok uzun gelen sokakta karşılıklı olarak kundura imal eden, tamir eden veya büyük şehirlerden kış ayları için cizlavıt kara lastikten mese, yaz aylarında çocukların giydiği naylon ayakkabıdan terliğe ve kunduraya kadar çeşitli ayakkabıları getirip satan esnafların yer aldığı dükkânlar dizilmişti. Bu sokakta bir de çeşme vardı bir duvarın dibinde… Hem esnafın çırakları testilerini doldurur, içme suyunu taşırlardı hem de çarşıya gelen müşterilerin özellikle çocukların çeşmeyi görünce su içme arzuları aniden depreşir, nerede ise günün her saati kalabalık olan o çeşmeden su içmek için annelerinin ellerinden çekiştirirlerdi. Yemeniciler Çarşısı ise burada değil Kepçeli tarafındaydı. Yemeniciler ve tıktık denilen takunya imalatçılar yan yanaydı. Küçücük dükkânlarında tezgâhlarının başına oturup önlerine boydan boya kaplayan meşin önlükleri, başları önlerine eğik, biz denilen iri iğneleriyle yemeni yaparlardı. Ustasının istediği alet ve edavatı vermeye hazır bekler ve gözüyle ustasının her yaptığı en ince ayrıntıyı takip ederek bir gün usta olma hevesini hep taşıyan çırakları olurdu her esnafın…
Terziler çarşısında da böyleydi. Her terzinin bir kaç çırağı olurdu. Çırak, dükkânın temizliğinden, getir götür işlerini yapmaktan, kömür ütüsünü sokağın ortasında tütünü kayboluncaya kadar yakmaktan, ustasının istediği malzemeleri vermekten sorumluydu. Bütün bunlarla birlikte, ustasının bir müşteri geldiğinde pantol, çeket, palto, kasket veya takım elbisenin ölçüsünü alırken nasıl aldığını, bu ölçülere göre kumaşı nasıl biçtiğini gözünü kırpmadan takip ederdi. Sonra nasıl diktiğini, nasıl prova aldığını takip ede ede önce kalfa sonra usta olurdu. Bir mesleği öğrenmek koluna altın bilezik takmaktı. Artık kendine güveni artar, etrafından saygı duyardı.
Terziler Çarşısı bölgenin sayıca dükkânı en çok olan esnafıydı. Kunduracılar, Tuzcular Çarşısı ile Yemeniciler Çarşısının arasındaki büyük bölgede yer alırlardı. Konfeksiyon elbiselerin bilinmediği daha doğrusu çok yaygın olmadığı dönemlerde şehirlisinden köylüsüne tüm şehrin erkek elbiselerinin dikildiği onlarca dükkânın olduğu bir çarşı idi. Esnaf, kumaşını kendi zevkine göre beğenen varlıklı müşterisine sanatını icra edercesine özenle dikerdi elbiseyi. Özel sipariş gelmediğinde ise belirli kalıplara göre elbiseleri diker, tezgâhına koyar ve hem müşterisini bekler hem yeni elbiseler dikmeye devam ederdi.
Subaşı Hanı’nın sol tarafı ise Tuzcular Çarşısıydı. Dükkânların bir kısmı hanın dış cephesindeki dükkânlardı ki, kapılarının üst tarafı hilal şeklinde ve sanki kaya oyularak yapılmış intibaını verirdi çocuk zihnimde… Yine karşı sırasında ise yanyana dizilmiş tek katlı tuz satan dükkânlar yer alırdı. Fatlum’dan, Zara’dan Bingöl tuzlalarından getirilmiş iri taneli beyaz ve sarımtırak tuzlar satılırdı buralarda… Bir de Tuzcular Çarşısında renk renk, desen desen dokunmuş yün çoraplar satılırdı. Haftanın bazı sabahları erken vakitte ve bir kaç saatliğine burada çorap pazarı kurulurdu adeta. Yaşlı kadınlar evlerinde ördükleri çorapları getirir burada ya son tüketici müşterisine, kalanı ise tuzcu esnafına satar ve evine dönerdi.
Sadece kunduracılar, terziler, tuzcular ve yemeniciler yoktu bu bölgede… Özellikle terzilerin arasındaki bazı dükkânlarda sarraflar vardı. Güz aylarında düğün alışverişi için buradaki sarraf ve kuyumculardan takı alınırdı. Dükkânların arasına serpiştirilmiş gibiydi kuyumcular çarşısıydı adeta… Sonra, Subaşı Hanı ve Çorapçı Hanı başta bakliyat olmak üzere kuru gıdaların satıldığı işhanları canlı ve yoğun bir alışveriş yeriydi. Yine Yemeniciler Çarşısı’nın arka tarafında sakatatçılar et ve et ürünlerinin satıldığı bir bölgeydi.
Eski fotoğrafından anlatmaya çalıştığım bu bölge bir dönemlerde Sivas’ın alış verişinin, ticaretinin en yoğun olduğu yerdi. Köylüsünden kentlisine bütün bir Sivaslının alış veriş yaptığı, şehrin ticarette can damarı ve kalbi mesabesindeydi.
Bunlar fiziksel mekân olarak fotoğrafın görünen tarafı… Fakat o daracık, sırt sırta vermiş küçük kapısı ve tezgâhları daracık sokaklara açılan dükkânlardaki esnafının yüreği ve gönül kapısı hep açıktı. Rekabete değil, berekete inanan bir hayat anlayışı, yaşamın ve ticaretin esasıydı. İnsan ilişkileri, ticaret ahlakı ve müşteri münasebeti kâr ve daha çok satış yapma üzerine değil, dürüst ve ihtiyacı karşılama üzerine nasıl oluşturulduğunun canlı örneğiydi.
Evet, zaman değişti. Alış verişin şekli, talebi ve arzı de değişti. Dünyanın gelişimi ve gidişatına göre de değişmesi de kaçınılmazdı. Değişmeliydi.
Zamana ayak uyduramayan, zamana ve geleceğe yenik düşüyordu sonuçta.
Fakat değişmek demek her şeyi yıkmak, yok etmek ve imha etmek değildir. Bir kimliği, bir duruşu, başkasından farklı olan tarafını öne çıkaran ve ayırt eden alamat-i farikayı muhafaza ederek yenilenmektir. Yenilenerek ihya olmaktır. Kişiliğiyle, kimliğiyle kendi özgünlüğünü koruyabilmektir. Daha sonra ki nesillere devrederek, asırlar boyu süren ve devam edecek olan şahsiyetini sürdürebilmektir.
Örneğin, fotoğrafını tekrar gördüğüm ve bir kısmını anlatmaya çalıştığım Sivas’ın birkaç çarşıdan oluşan alış veriş bölgesi, fotoğraftaki şekliyle “keşke” muhafaza edilebilseydi, bu şehrin düne dair otantik bir bölgesi, ticari hayatı ve insan ilişkileri, yaşayan bir tarih olarak bugüne ve gelecek kuşaklara kalırdı. Tıpkı İstanbul Kapalıçarşısı, Mısır Çarşısı gibi…
Ve sonra yeni AVM’ler yapılabilirdi başka bölgelere…