İnsanın iyiye güzele ve gelişmeye açık olması ve bunu sürekli dillendirmesinden daha anlamlı ne olabilir ki? Özellikle de ehliyet, liyakat ve birikim sözcüklerini ifadelerinde öne çıkararak sürekli kullananlar muhakkak ki doğru bir tespitte bulunuyorlar. Yine yenilenmenin, gelişmenin ve ilerlemenin gerekliliğini ve daha üst seviyelere çıkmanın önemini vurgulamakta çok değerli. Gerek kişisel gerekse toplumsal hayatın seviyesinin yükselmesi için bu ve benzeri sözcüklerin ağırlıkta olduğu cümlelerin altını çizercesine vurgulayarak ifade etmek muhakkak ki insana ilk bakışta oldukça anlamlı geliyor. Hatta bu tür bir yaklaşımla öneri ve talepte bulunan kişilerin olaylara bakışını ve değerlendirişini her fırsat ve ortamda özellikle kamuya açık alanlarda ve mecralarda ifade edilmeleri de ayrıca kayda değer bir değerlendirmedir muhakkak ki…
Ancak söylemek ve uygulamak arasındaki çelişkili sorunda sanırım burada başlıyor. Kimsenin karşı çıkmayacağı bu tür görüşe sahip kişilerin bir kısmının ne yazık ki bu tavrı içselleştirmedikleri de bir gerçek. Zira bu insanlar bilinçli bir yaklaşımla olaylara nasıl geniş bir perspektiften baktıklarını göstermeye çalışsalar da hâl ve davranışları ve insanlara karşı aldıkları tavrın hiç de ortaya koydukları ve vurguladıkları prensiplere göre olmadığı ne yazık ki sıkça görülmektedir. Bunun örneklerini çevremize baktığımızda o kadar çok görebilmekteyiz ki, insan nedenini düşünmeden edemiyor.
Tumturaklı cümlelerle felsefi yaklaşımlar ve ifadelerle âleme nizam vermeye çalışan, okuma, düşünme ve hatta yazma eylemiyle elit ve kültürlü sayılabilecek kariyer ve cv’lere sahip kişilerde bunu görmek ise olayın asıl üzüntü verici tarafı… Bu tür yaklaşıma ve tavra sahip insanları gördükçe, nerede yanlış yapıldığının, neden görünümüyle ve sözleriyle belirli bir konumda olması gereken kişilerin böylesine kendiyle ve söyledikleriyle çelişen söz ve tavırlarını sürdürdüklerine bir anlam vermekte zorlanıyor insan…
İşin özü bu tür tutum ve davranış içinde bulunan kişilerde çelişkili bir zihniyet ve zihin karışıklığı var sanırım.
İnsan prensip sahibi olmalıdır, yani dürüst ve çelişkisiz.
Ortaya koyduğu genel kabul gören evrensel ve insanî duyarlılıkları taşıyan söz ve beyanlarını sadece onu işiten ve okuyanlar için önerilmiş yol haritaları olarak olmamalı. İnsan önce kendi nefsinde ve insan ilişkilerinde bunu ne kadar uygulayabildiğine bakıp sonra veciz ve felsefi düşüncelerini toplumla paylaşmalı sanırım.
Tenkit etmek önemlidir, doğru tenkitler bilgi ve birikim de içerir, gereklidir de… Hataları, yanlışlıkları, noksanlıkları artarda sıralamak da, yaşanılan aksaklıkları tespit ve teşhis etmekte gereklidir. Zira hatayı bilmeden, olayın ve gidişatın yanlış olduğunu bilemez ve haliyle o yanlışı düzeltmeyi de ne fark eder ne de düzeltir. O nedenledir ki çevresine bakıp olumsuz giden, yanlış yapılan şeyleri yüksek perdeden seslendirmek ve onları tespit ettiğini ve muhtemel çözüm yollarını da ortaya koymak bir erdemdir. Ancak asıl erdem, topluma deklare ettiği, önerdiği yanlış ve çelişkileri imkânları ölçüsünde kendi nefsinde ve çevresinde ne oranda yaşadığını düşünmesi ve önerilerini kendi nefsinde ve çevresinde uygulamaya çalışması ise en büyük erdemdir kanaatimce.
Ve insan önce kendisi, tenkit ettiği hatalı ve yanlış gördüğü şeyleri yapmamalıdır. Bu hatalı tavırları her ne gerekçe ile olursa olsun kendi de yapıyor ve bunu hayatında uyguluyorsa başkasına öneride bulunması ve onların hatalarını ortaya koyup düzeltmesi onu dürüst ve doğru mu kılar? Örneğin sigara içen birisinin başkasına sigaranın zararlarını anlatıp ve bir an önce sigarayı bırakmasını önermesi ne kadar doğru ise, toplumsal olaylarda yakındığımız ve gördüğümüz her hatalı olayı tespit, tenkit ve nihayetinde öneri ile seslendirmenin bir anlamı olabilir mi?
İşte zihinsel çelişki dediğimiz bu. Kendi zihinsel çelişkisini aşamayanın başkasından dürüst davranış beklemesi ne kadar dürüstlükse, o kişi de o kadar dürüsttür denilebilir. Tabi hani bir söz vardır ya “kimse ayranım ekşi demez”, kendi yaptıklarına bir gerekçe bularak onu hatalı saymamak veya görmemezlikten gelmek ya da basit, sıradan veya sadece bir kez gibi sözcüklerle önemsizleştirip başkasının yaptıklarını saymakla bitiremeyenler, zihinsel arınmaya erişmiş sayılabilirler mi? Kişilerin düştüğü açmaz budur sanırım.
Kendi iç dünyasındaki karışıklığı yenemeyenlerin, hangi diplomaya hangi eğitim kariyerine ve hangi mecralarda büyük kitlelere ulaşıyor olmaları, kişiyi haklı veya dürüst sayabilir mi? Çelişkili zihinsel düşüncelerin berrak ve aydınlık dünyaları kurabilmelerinin en kestirme yolu, her bireyin tek tek zihinsel arınmaya kavuşmaları ve bunları hayatlarına uygulamalarında geçtiği bir gerçektir. Zira toplum tek tek bireylerden oluşmaktadır.
Kişi düzelmezse toplum düzelir mi?