Teknolojinin çevremizi ve benliğimizi alabildiğinde kuşattığı modern bir dünyanın kıskacında kıvranan günümüz insanının, ruhunun derin girdaplarında kaybolduğunun farkında olmadan yaşadığı bir çağdayız. Öyle bir çağ ki, kişi hangi ekonomik sınıfsal katmanda olsa da, sahip olmak istediği her şeyi veya zamanını geçirmek için verdiği her mücadeleyi kendi iç dünyasının huzur ve sükûn bulan dinginliğine değil, kuşatıldığı dünyanın ona dikte ettiği yaşaması gerekenlere çevirdiği bir sürecin sert esen kasırgaları arasında savrularak yaşamaktadır sadece. O nedenledir ki, yaptığı, yapmak istediği ve ulaşmak istediği arzuları kendi emel ve hayali olduğunu düşünmektedir. Ancak tasallutu altında kaldığı atmosferin yönlendirdiği her şeyi kendi özgür tavrı olarak yapmaktadır.
Kendi dışındaki düşüncelerin dehlizinde savruluyor günümüz insanı…
Kendi kendine konuşuyor, kendi kendine çözüm arıyor ve kendi kendine yanıyor adeta… Ve o insan, kelimelere dökemediği sözcüklerin rastgele savrulduğu cümle yığınları arasında kendini arıyor, kurtuluşunu arıyor, ne yazık ki…
Düşündükçe içim yanıyor bazen… Gözüme takılan, kulağıma gelen ve beni bulunduğum ortamın çok ötesine hayalin ve düşüncenin görünmeyen ama beni çepeçevre kuşatan atmosferine çektiğinde içim öyle derinden derine burkuluyor ki… Öyle yanıyor ki… Kendimi ne kadar kurtarmaya, kendimi ne kadar çekip o iklimden uzaklaştırmaya çalışsam da kapıldığım rüzgâr, beni mahzun bir dünyanın hüzünlü ve bunaltıcı bir girdabında boğuşmaktan, orada erimekten orada nerede ise kaybolup gitmekten alıkoyamıyor… İçim acıyor biliyor musun, öyle kahroluyorum ki, öyle bir ateşin sıcaklığında nefessiz kalıyorum ki üzerime boşaltılacak çağlayanların dahi serinletmesi zor gibi görünüyor… Ne yapacağım, nasıl edeceğim bilmiyorum.
En garibi ve belki de en çare bulamadığım şey nedir biliyor musun? İçimi burkan ve beni deli divaneye çeviren bu zihnimi sorgu burgacıyla sürekli kıvrandıran bu duyguları ifade edebileceğim, söylebileceğim, harflere dökebilme ne cesareti var ne de imkanı… Belki birilerine söyleyebilsem belki anlatabilsem belki konuşabilsem, beni bir dinleyebilen olsa, ahhh suskunluklarım ses olduğunda belki rahatlayabileceğim. Belki beni burkan burgaçların aslında çok ta düşündüğüm gibi olmadığını belki de ifade edecekler. Belki kendi kendime kurduğum senaryoların aslında gerçekle çokta yakından uzaktan ilişkisi ve alakası olmadığını söyleyecekler. Söyleyecekler rahatlayacağım, duyacağım kulaklarımla kendimi ne denli amansız ve sarsan bir girdaba kendi ellerimle ittiğimi fark edeceğim.. Ama nafile… Sadece kendi içimde sese ve söze dönüşmeyen derin ve yakıcı düşüncelerin korkunç azaplarında boğulup boğulup kalmak kalıyor elimde…
Zorluk ne demekmiş, bir düşüncenin karartısında kahrolmak neymiş her gün bin kez yaşayarak yok oluyorum… Yok oluyorum gerçekten, kendime zulmetmekten, kendimi kendi ellerimle zihnimde sürekli ablukasında kaldığım düşüncelerin yakıcı alevleriyle yakmaktan… Yok oluyorum.
Sıyrılmak ve hayatın güneş doğan bir sabahında mütebessim bir çehreyle uyanmak için ne kadar çaba sarf ediyorum, ne kadar gayret gösteriyorum, anlatamam. Ne kadar uğraş göstersem de bir tülü kurtaramadığımı bir türlü sıyrılamadığımı fark ediyorum. Kendimi avutmak için ürettiğim onca işe başkaları için koşturmama rağmen, bir an için o işin atmosferinden çıkıncaya kadar ancak uzaklaşa biliyorum. Sonra tekrar kendi iç dünyamın kimseyle konuşamadığım açamadığım ifade edemediğim sözcüklerimin beni boğduğu dünyaya sürükleniyorum.
Oturduğumda, sustuğumda, sessiz kaldığımda yüz halim nasıl bir hâl alıyor ki, hep bana neyin var dediklerini duyar gibi oluyorum ya da öyle baktıklarını hissediyorum. Ne cevap verebilirim ki… Kime ne anlatabilir mi ki… Beni dinlemek isteyen, beni anlamak isteyen, beni düştüğüm bu kuytu karanlıktan çekip aydınlık bir ortama çekmek isteyen mi var ki… Elini uzatıp elimi tutmak isteyen mi var ki… Elim tutulsun istiyorum hep; yanımda, gözlerime bakıp benim düşüncelerime hayata bağlanmama dair yorum yapmak isteyen olsun istememe rağmen, bana omuz verip bu hayat yolunda birlikte sonuna değin yürüyelim diyen mi var ki… Ben ne yapabilir ki… Niye ve niçin ve dahi nereye kadar yürüyeceğimi bile bilemiyorum. Yürüsem, ne yapacağımı beni hayata ve yaşama sevincine kimin bağlayacağını, hangi amacın, hangi hayat sevincimin bağlayacağı var ki…
Çırpındığım kahrolduğum ve sürekli susarak içim dalgalı alaboralı dünyasında boğulduğum bir dünya kaldı kala kala elimde… Şimdi bu dünyada yalnız ve yapayalnız dizlerimin üzerine çökmüş, erimiş, akmış ve kahrolmuş bir şekilde neyi beklediğimi bilmeden boynuma takılmış idam fermanına neyin yazılı olduğunu bilmeden, hangi sabah ezanı okuduğunda infaz celladının beni çağıracağını bekliyorum sanki.
Bekliyorum…