Sosyal medyada son dönemlerde gittikçe artan bir yoğunlukta siyah beyaz eski zaman fotoğrafları yayımlanıyor.
O silik fotoğrafların büyülü etkisine kapılıp ah vahlarla, o güzelim vakur duruşlu konakları koruyamadığımıza ve onların yıkılıp yerine betondan kondurulmuş ucube yapılara bakıp bakıp neredeyse hemen hemen herkes hayıflanıyor… Sitemini, üzüntüsünü özellikle yerel yönetimler başta olmak üzere şehrin ve ülkenin yöneticilerine olan kızgınlığını seslendiriyor.
Pek tabiki o fotoğraflara bakıp da üzülmemek elde değil… Bu coğrafyanın mimari değerleri olan konaklarına, ağaçlar içindeki bahçeli evlerine, o yapıların oluşturduğu mahallelerine, sokaklarına insan kanayan yarası ve acıyan yanı gibi bakıyor. Ve acısıyla tatlısıyla üç neslin bir arada yaşadığı o mekânların yok oluşu üzüyor insanı…
Aslında kaybettiğimiz sadece fotoğraflardaki asil ve vakur duruşlarıyla yerle yeksan olmuş, yok olmuş konaklar, bahçeli evler ve sokaklar değil… Aslında o konakların nezdinde bizler bir yok oluşun tarihini, kaybedişin resmini izliyoruz bir bakıma… Yüreğimize dokunan sadece binaların ahşap ve bahçeli yapısı da değil… Bize ait olan değerlerin ve bizi biz yapan simgelerinin modern, konforlu bir çağa yenik düşmesidir. Ve bizlerin o bahçeli asude evlerde, dede ve torun birlikte olduğu, huzurun ve mutluluğun, merhametin, sevginin ve saygının doğal bir şekilde yaşandığı, hane içinde olsun mahalle içinde olsun birbirimize yettiğimiz, paylaşarak sevincimizi büyüttüğümüz, dertleşerek acımızı azalttığımız bir dünyayı heba edişimiz yatıyor.
Evler evrendi o vakitler; şimdi modern eşyalarla donatılmış villa ve site dairelerimizde neredeyse tek kişilik mahkûmiyet hücrelerine dönüştü odalarımız, salonlarımız… Tv ve akıllı telefon ekranlarına bağımlı mahkûmiyetler bunaltıyor ve yalnız kılıyor insanımızı… O nedenledir ki, siyah beyaz eski zaman fotoğraflarında hasretini dillendiremediğimiz zengin ruh dünyamızdan kendi iradelerimizle yalnızlığa duçar oluşumuzun öfkesini yorumluyoruz sanal paylaşımların altına…
O mahalleler, o sokaklar ve özlemle aradığımız yıkılmasına hayıflandığımız o konaklar, birbirine sırtını dayamış, bahçesindeki meyve ağaçlarıyla, dış kapısındaki tokmağıyla, pencere önünde saksılarda yetiştirilen rengârenk çiçekleriyle evler korunamaz mıydı?
Yıktık mı? Yıktılar mı? Yıktırdık mı?
Sonuç, bir ev, bir sokak, bir mahalle ve bir hayat biçimi ancak bu kadar tarumar edilebilirdi. Ve ne yazık ki elbirliği ile edildi.
Bir yanıyla bu coğrafyanın kültürel mirası olan bir yanıyla ata dede mirası olarak bizlere kalan konaklara / bahçeli evlere kim sahip çıkmalıydı? Kimlerin koruması gerekirdi? Ya da bu binaları kimler yıkar? Niye yıkar ki?
Mesela bir kaç mirasçının varis olduğu fotoğraflarına gıpta ile baktığımız görkemli yapısıyla, kanatlı kapısıyla geniş bahçesine açılan o konak mesela sana – bana kardeşlerimize miras kalsaydı, nasıl koruyabilirdik? Miras kalan kardeşlerimizle nasıl paylaşır, ne yapabilirdik ki?.. Zamanında üç kuşağın birlikte oturduğu o konağı/evi, şimdilerde çekirdek aile çalışan karı koca biz, sabahın erken saatinde çocuğumuzu dahi kreşe gönderen biz, o konakta nasıl yaşardık ki?…
Yüreğimiz burkularak fotoğraflarına baktığımız o konakları/evleri bizim kuşak büyüklerinden devraldı ancak değişen dünya ve hayat koşulları mekâna ve insana bakışımızı da hayat standartımızı ve yaklaşımımızı da değiştirdi. Yeni kuşak miras olarak devraldığı konakları / bahçeli evleri, belki de haklılık payı olan bir getiri uğruna, kendi yaşam tarzına uyarlayarak konakların ve bahçeli evlerin yerine apartmanlar, siteler, rezidanslar, villalar ikame ettirmek üzere müteahhitlere vermeye başladı. Şimdi her bir yanımız ve her tarafımız işte o yeni yapılarla dolu… Ve şimdi bize miras kalan mekânlarımızın yerine yaptırdığımız modern dairelerde oturup, eski zaman konaklarının, bahçeli evlerinin fotoğraflarına bakarak, konakların yıkılmasına hayıflanmak ne kadar doğru?
Evet, gıpta ile baktığımız ve hayıflandığımız bu konaklarının koruyucuları her şeyden önce geleneksel kültürümüzün yaşamasını isteyen sahipleri olmalıydı… Ve beraberinde, yerel yönetimler, şehirden kente dönüşen yeni imar planlarında vasıflı mekânların ve mahallelerin tescilini yıkımdan ve paylaşımdan önce yapmalıydı. Onların içerisinde hayat olacak şekilde canlılığını korumaya almalıydı.
Hani hep anlatılır ya “biz sarı öküzü vermeyecektik”…
Olan olmuştu artık. Zira geniş aileyi, çekirdek aileye, mahalleleri sitelere tercih ettiğimizde, sihir bozulmuştu ve artık konağın da bir hükmü kalmamıştı…
Şimdi tekrar o eski zaman mahallesinde asude duran asil ve vakur konağın fotoğrafına tekrar bakabiliriz..