
Kültürel miras, gelenekler ve toplumsal normlar, insana doğduğu andan itibaren belirli bir çerçeve çizer. Davranış şekilleri, sahip olacağı değerler, hatta beklentileri ve arzuları bu çerçevede şekillenir. Öyleyse isteklerin asıl kaynağı nedir? Kişinin kendisine mi aittir, yoksa edindiği donanımla oluşan başkalarının arzularını kendi arzularıymış gibi benimsemesinden mi kaynaklanmaktadır?
Bir insanın, hiç bilmediği bir şeyi istemesi ya da daha önce deneyimlemediği bir duyguyu arzulaması mümkün müdür? Çocuk dünyaya geldiğinde, saf, masum ve şekillendirilmeye hazır bir hamur gibidir aslında. Çevresi, ailesi, toplumu, kültürel kodları, dini ve ahlaki değerleri, hatta çevresinde olup biten sıradan sayılabilecek her şey bu hamuru yoğurur. Günümüz dünyasında ise bu etki artık sadece bahsi geçen geleneksel yollarla değil, kitle iletişim araçları ve sosyal medya aracılığıyla da kişilere önemli ölçüde tesir etmektedir. Çocukluğundan itibaren insana neyin güzel, neyin çirkin olduğu hayatın olağan akışı içerisinde öğretilir. Ne kadar değerli olduğu, başarıyı nasıl tanımlaması gerektiği, neyin kabul edilir olduğu ve hatta neyi arzulaması gerektiği yetiştiği ortamda öğrenilir. Geleneklerin ve toplumsal değerlerin bu etkisi, son yıllarda sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla bambaşka bir boyuta evrilmiştir.
Özellikle sosyal medya platformları, insanların kendi arzularını şekillendiren en büyük güçlerden biri haline gelmiştir. Eskiden toplumsal değerler ve kültürel normlar kişilerin tavır ve davranışlarını etkilerken, şimdi global bir sahnede sunulan hayat tarzları kişilerin arzularını etkilemekte öne geçmiş durumdadır. Artık bir insanın ne giymesi, ne yemesi, nasıl yaşaması gerektiği sadece ailesi veya yakın çevresi tarafından değil, takip ettiği fenomenler, ünlüler ve sosyal medya algoritmaları tarafından önüne sunulan algılardan etkilenerek şekillenmektedir.
Bir sanatçının eserini ele alalım. O eserin oluşumu gerçekten ve tamamen kendisine mi aittir? Yoksa gördüğü, dinlediği, okuduğu, maruz kaldığı şeylerin harmanlandığı bir bileşimden mi ibarettir? Bir şair, ilk dizelerini yazarken bile, önceden duyduğu ritmik kalıplara, öğrendiği sözcüklerin anlam dünyasından ne kadar uzak ve bağımsız kalabilir ki? Hatta bir yüreksel duygu yoğunluğu olan aşk kişiye özgü olarak mı şekillenir? Çocukluğundan itibaren izlediği filmler, okuduğu hikâyeler, duyduğu şarkılar, ona aşkın ne olduğunu, nasıl hissedilmesi gerektiği hususunda bilgiler vermiş, eğitmiş ve yönlendirmiştir. Günümüzde ise, sosyal medya romantizmi bu rolü yoğun şekilde üstlenmektedir.
Öğrenilmiş isteklerin en belirgin yansıması, tüketim kültüründe kendini göstermektedir. Günümüz insanı, aslında ihtiyacı olmayan şeyleri arzuladığı görülmektedir. Çünkü edindiği bilgiler ona, daha prestijli, daha başarılı ve daha yeterli olacağını empoze etmektedir. Daha çocukluk yıllarında izlediği çizgi filimler, oyuncakları ve karşılaştığı dış dünya, çocuğu yeni bir donanımla yetiştirmektedir. Büyüdükçe, daha büyük nesneler, daha büyük statüler öne koymaktadır. Bir kariyer planı yaparken bile, gerçekte ne istediğini sorgulamakla beraber, edindiği ‘doğru’lar çerçevesinde kabul gören yolda ilerler insan.
İnsan psikolojisi, büyük ölçüde taklitten beslenir. Taklit eder, çünkü güvenilir bir yol göstericiye ihtiyacı vardır insanın. Ancak bu taklit süreci “rol model” takipçiliği çerçevesinde zamanla önemsenir ve kişi, onu kendisine ait sanmaya başlar. Günümüzde ise sosyal medyanın etkisiyle, bu taklit süreci daha da hızlanmıştır. Öyle ki kişi, kendi benliğiyle yüzleştiğinde, sosyal medyada karşılaştığı şeylerin sorgulanmadan kabullenildiği ve o çerçevede tavır alındığı görülmektedir.
İnsana, dayatılanın ötesinde bir dünya olabileceğini düşünmek gerekir aslında. Belki de bu yüzden, en büyük sanatçılar ve filozoflar, var olan düzenin dışına çıkabilenlerdir. Çünkü onlar, ‘gerçekten ben kimim ve ne istiyorum?’ sorusunu sormaya cesaret edenlerdir.
Günümüz insanı için en büyük tehlike, kendi benliğini kaybetmektir. O kadar çok sesin arasında, kendi sesini duyamaz hale gelmektir. Öyle ki, bir noktadan sonra, neyin gerçekten kendisine ait olduğunu bile ayırt edemez olur. İçinde büyüyen arzunun kaynağını bilmez, sadece onu tatmin etmeye çalışır. Oysa gerçek tatmin, ancak özüyle yüzleştiğinde mümkündür.
Belki de en büyük özgürlük, tüm öğrenilmiş arzuları bir kenara bırakıp, gerçekten ne istediğini sorgulamakla başlar. Gerçek benliğine ulaşmak, sessizleşmeyi, dinlemeyi ve en önemlisi, kendisini yeniden inşa etmeyi gerektirir. İşte o zaman, dışarıdan gelen sesler değil, içinde yankılanan en saf melodi kişiyi yönlendirebilir.
İnsanın en büyük keşfi, kendi gerçeğine ulaşabilmesidir.