Neredeyse son üç haftadır, harabeler ve enkazların iç sızlatan, yürekleri burkan, gözleri yaşartan enkazların arasında bütün bir millet sabah akşam beraberiz. Neredeyse enkaz yığınların, yan yatmış binaların ve çaresiz bakışların ablukasında depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Uzaktan izlemek bile insanın tüylerini ürpertiyor, canını yakıyor ve anlatılmaz duyguların ifade edilmez cümlelerin içerisinde suskun kalıyor insanı.
Bir zemheri ayının sabah ayazlarında ne değişti de böyle oldu?
Ne değişmedi ki? Neler değişmedi ki?
Yıkılan şehirler değildi adeta, bir insanlık, bir dünya, tüm yüreklerdeki sevdalar hayalleriyle beraber yıkıldı. Yıkılan sadece bu dünyayı bırakıp dar-ı bekaya irtihal eden insanlar değildi sadece. Birkaç dakikalık birkaç sarsıntı ne mekân bıraktı, ne insan, ne hayal ne de dünya bağımlılığı… Hepsi yer ile yeksan oldu.
Birkaç dakikada bir ömür, birkaç nesil şu ya da bu şekilde çalışıp didinip benim diye övünerek ortaya koyduğumuz her ne varsa tarumar oldu ve bırakıp gitti bizi. Şimdi memleketin dört bir köşesinden hatta dünyanın en uzak bölgelerinden dahi birkaç haftadır, o birkaç dakikalık sarsıntının hepimizi ve her şeyimizi yıkışını, bitirişini ve yok edişini izliyoruz bitik vaziyette.
Acıyoruz, üzülüyoruz, kahroluyoruz ve izliyoruz.
Ve suçlamak, öyle sınırsızca ve öyle haklıca ki, kim ne diyorsa bir tarafıyla belki her yönüyle haklı. Ama haklı olmak, suçlamak, şöyle ya da böyle olsaydı demek neyi değiştiriyor ki? Geri dönüşü olmayan çıkmaz sokakta ileriye yönelik yol haritasında bilgiç edalarla yol tarif etmenin kime ne faydası var ki bu saatten sonra? Ayrıca bu aklı ve yol gösterici bilgiçliği yapmak hangimizi hangi sorumluluklarımızdan kurtarıyor ki? Testi düştü ve kırıldı, içinde su kalır mı hiç?
Çünkü…
Deprem bilmediğimiz bir şey değildi, bu ülkede deprem olmayacağını kim söyleyebilir? İlim adamı, yer bilimci olmaya bile gerek yok ki, herkes ülkemizin büyük fay hatları üzerinde olduğunu yediden yetmişine okuryazar olmayanından ilim adamına ev almak için dişinden tırnağından artırdığını yıllarca taksit ödeyerek biriktiren insanımızdan, mimar, mühendis, müteahhidine kadar hepimiz, adımız kadar emin bir biçimde biliyoruz. Bu şehirler, bu ülke ve bu insanlar depremle tanışık öteden beri, yıllardır, asırlardır. Öyle ki nerdeyse birkaç senede bir yokluyor, sarsıyor yerküreyi. Şiddeti 5-6 üzerindeki yaşadığımız depremler, hangimize hangi dersi verdi ki? Örneğin 1930 Hakkâri, 1939 Erzincan, 1941 Van-Erciş, 1942 Erbaa, 1943 Lâdik, 1943 Adapazarı-Hendek, 1944 Bolu-Gerede, 1966 Varto, 1970 Gediz, 1975 Lice, 1976 Çaldıran, 1983 Erzurum, 1992 Erzincan, 1998 Adana-Ceyhan, 1999 Gölcük, 1999 Düzce, 2003 Bingöl, 2011 Van, 2020 Elazığ depremleri bunlardan birkaçı… Demek ki biliyoruz, demek ki yaşıyoruz biz depremleri art arda… Bu ülkenin insanları fay hattı üzerinde yaşıyor, biliyoruz.
Ve bir şeyi daha biliyoruz: deprem yıkıp geçiyor, hem evleri hem hayalleri ve ömür boyu unutamayacağımız eşimizi, dostumuzu, annemizi, babamızı kısacası en sevdiğimizi yanı başımızdan alıp gidiyor işte. Binlerce canı yakıyor ama alıp götürüyor, hepimiz ama hepimiz biliyoruz. Ve depremin er ya da geç bir gün geleceğini de biliyoruz. Çürük zeminlerde, usulüne uygun yapılmayan ama dışından bakılınca insanı mest eden çok katlı yapıların tuzla buz olacağını biliyoruz.
Biliyoruz da neden deprem olduktan, canlarımız ve mallarımız elimizden gittikten sonra oturup birbirimize akıl veriyor suçlu arıyoruz. Depremden önce yapacaklarımızı depremden sonra konuşmanın “bir daha yaşanmasın” diye birbirimize anlatmanın mantığı nedir acaba? Biliyordum, söylemiştim, demiştim demenin depremden önce mi sonra mı konuşulacağını ve konuşmanın ötesinde, o söylediklerimizi neden yaparken uygulamayı akletmiyoruz? Bu zemine yapmamalısın, bu şekilde plan proje olmaz, bu yükseklikteki yapı uygun olduğunu bilmemize rağmen neden ama neden uygulamıyoruz. Neden o yere o şekilde yapılan binanın yıkılacağını bilerek yaparız, yapılmasına izin veririz, oradan bina alırız? Bu sorularım belki anlamsız gelebilir ama şimdi sorduğumuz sorunun cevabını bugün aramanın yerine önceden uygulamamız gerekiyordu sanırım. Zira dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulmaz.
Neyi ne zaman düşüncemizi öğrendiğimiz gün, sanırım daha az kaybederiz.
Biz bize yetiyoruz ama biz bize yapıyoruz her kötülüğü…