Geçtiğimiz hafta içinde sabahleyin haber kanalını izliyordum. Haber Kayseri’nin Gesi Bağları hakkındaydı. Anadolu insanının çoğunun severek dinlediği ve aşina olduğu, adına türküler söylenen Gesi Bağları habere konu olmuştu.
Ama bu sefer türküsüyle değil de hali pürmelalinden ve geleceğinden duyulan endişe ile gündeme gelmişti Gesi Bağları. Özetle, son dönemlerde hızlı şehirleşmenin tehdidi altında kalan asırlık bağların, yok olmaya doğru gidişi görüntülerle, bölgede bağcılık işiyle uğraşan kişilerle yapılan konuşmalarla gözler önüne seriliyordu.
Evet, bir yönüyle Kayseri hızla büyüyor, gelişiyordu, öbür yanıyla konut ihtiyacının artması ve getirisiyle hızlı bir şekilde beton binalarıyla alabildiğine genişliyordu. Dün şehir merkezine uzak bir belde olan Gesi beldesi, bugün Melikgazi ilçesinin bir mahallesi konumunda. Ve en önemlisi de üzümleriyle meşhur bu bağlar yerini betonlaşmaya ve konutlara bırakmakta ve artık yok olma yolunda. Muhabire konuşan Gesi Mahalle Muhtarı diyor ki; “Üzüm bağlarımıza şu an bakılmıyor, bakılan sayılı bağlarımız var. Üzüm bağlarımızın yüzde 80’ini kaybettik. Bağlarımız, şu an yapılaşmaya ve betonlaşmaya terk edilmiş vaziyette. Geriye kalan üzüm bağlarımızda bakım olmadığından ve arsalar para ettiğinden dolayı burada da bağcılık kalmayacak. Gesi Bağları artık sadece türkülerde kalacak.” Başka bir konuşmacı ise, artık insanların bağ bahçe işleriyle uğraşmak istemediği, miras yoluyla arazilerin parçalandığı, iklim değişikliğinin ciddi manada üretimi etkilediği ve azalttığı, en önemlisi de bağda çalışacak işçi bulunamadığını, yüksek yevmiye verilmesine rağmen insanların çalışmaya gelmediklerinden bağcılık artık yapılamıyor. Yine bağ arazilerinin konuta verildiğinde değerinin artması Gesi Bağlarının betonlaşmasına yol açtığını söylüyordu.
Gesi Bağları sadece bir örnek…
Anadolu’nun her bir tarafında ve Sivas’ımızda da durum bundan çok farklı değil.
Evet, Sivas’ta Gesi Bağları yok ama gerek sulak ve tarım arazileri ve gerekse de sivil mimarinin nadide örnekleri olan konaklarımız ve onların yer aldığı mahalle ve sokaklarımız öteden beri hızlı bir şekilde yok oluyor. Ahşap işçiliğinden, mimari tarzına, bahçe içlerindeki insanın gönlünü rahatlatan bugün bile fotoğraflarına baktığımızda içimize huzur ve sükûnet veren o konaklar, evler artık yok denecek kadar az. O asude binaların yerlerini bugün beton yapılaşmanın ucube görüntülü apartmanları ve siteleri almış durumda.
Yakın geçmişe ait Sivas’ın genel görüntüsüne veya herhangi bir mahallesindeki her hangi bir konağına ait siyah beyaz fotoğraflara baktığımızda hayıflanmayanımız, bu güzellik örnekleri evlerin neden korunmadığına üzülemeyenimiz ve sitem etmeyenimiz yoktur herhalde. Çok haklı sitem bunlar. Ancak bunları kimler koruyacak, hayatın içerisinde bir yaşam alanı olarak varlığını sürdürmesini kimler sağlayacak?
İlk etapta aklan gelen ve doğruluğunda kuşku olmayan cevap yani sahip çıkması gerekenler ise devlet (yani yerel ve genel anlamda imar planı yapıcıları / şehir plancıları) ve mülk sahipleri… Ve beraberinde kadim medeniyetlerin kültürel değerleriyle asırlar boyu varlığını sürdürmesini her platformda ve ortamda dile getiren, o coğrafyada yaşayan tüm insanlar, kamuoyu. Kısacası öncelikle devlet koruma kanunlarıyla, mülk sahipleri ecdat yadigârı hatıralarını yaşatma arzusuyla, kamuoyu ise bu toprakların değerlerini yaşatma düşüncesiyle sahiplenip tavrını ortaya koymalıdır. Peki, bunlar neden gerçekleştirilmez de Gesi Bağları ve Sivas Konakları örneklerinde veya tarımsal arazilerin imara açılmasında görüldüğü gibi her geçen gün kan kaybeder, yok olmaya doğru hızla yol alır?
Çokta farkında olmadığımız gerçek ise anlayışımız değişmiştir. Yani kültürel değerlerimiz olan sivil mimarinin güzide örneklerinden olan konaklarımızı, tarım ve sulak arazilerimizi betonlaşmaya mahkûm etmeden, onlara sahip çıkma anlayışını kaybetmiş olmamızdır. Bu anlayış, önü alınmaz açmazlara sürüklenmemizin temel taşıdır sanırım. Bu çerçevede her şeyden önce Avrupa ülkelerindeki kadim yerleşim yerleri gibi, ülkemizde de kadim yerleşim birimlerinin koruma altına alınıp yeni imar planlarının ve yapılaşma izinlerinin bu çerçevede verilmesi gerekirdi. Kanaatimce baştan kaybettiğimiz ana esas budur. Hani bir söz vardır ya “gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyince diğerlerini düzeltmek mümkün değildir.” O nedenledir ki bizde modernleşmeyle birlikte ilk önce şehir imar planları yapılmaya başladığı dönemlerden itibaren kültürel değerlerimizin yaşatılmasına yönelik koruyucu önlemlerin alınmamış olmasıdır.
Ve mülk sahipleri… Nihayetinde modern hayatın cazibesine kapılarak büyük aileden çekirdek aileye çevrilmemiz ve miras vesilesiyle sonraki, varislerin / kuşakların hak sahibi olması ve buradan elde edilecek gelire sahip olmayı yeğleyenler, her bir konağı müteahhide vererek kendilerine birer ikişer daire almanın karlı hesabına kapıldığından, o konakları korumak mümkün olamamıştır.
Şimdi siyah beyaz şehir fotoğraflarının cezbedici güzelliğine bakıp hayıflanmaktan başka ne gelir elden?…