“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / Ben yaşarken koptu tufan”
Nereden dilime takıldı bu mısralar, bilemiyorum… Oğlumun aracına binip Bağdat Caddesi’nden Eğriköprü ve İşhan TOKİ’lere doğru yol alırken dönüp dönüp tekrarlıyorum İsmet Özel’in “Celladıma Gülümserken” başlıklı şiirinin bu mısralarını…
Evet, “ben yaşarken oldu” ve “ben yaşarken koptu kıyamet”…
Bugünden çocukluk günlerime doğru uzanan yolculuk bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçip gidiyor bu cadde boyunca… Halfelik Mezarlığı’ndan Eğriköprü’ye ve Gardaşlar Dağı’na uzanan bu cadde çocukluğumuzda tarlalar arasından geçen, kısmen stabilize kısmen ise Eğriköprü’ye doğru toprak bir yoldu; bugünkü gibi duble, çift şeritli ve geniş değildi; ancak iki araba yan yana geçebiliyordu. Yolun yan taraflarındaki alabildiğine uzanan düz arazi ise, sarı başaklı buğday ve arpa tarlaları, yeşilliğin hâkim olduğu patates, pancar nevi sebzelerin yetiştiği bostanlıktı. Tarla kenarları söğüt ve kavak ağaçlarıyla sanki çitle çevrilmiş gibiydi.
Bu yoldan rahmetli babamın at arabasıyla Kızılırmak’a, şehirdeki inşaatlara kum ve tuğla taşımak için çok gidip gelmiştik. Bir de kiraladığımız bisikletlerle yarışlar yapmıştık arkadaşlarla, tozun toprağın içerisinde bu yol boyunca…
O günlerde Eğriköprü’ye doğru ve köprüyü geçip Fadlum Köprüsü’ne kadar uzanan yol kenarında kimi tarlalarda puruthaneler, purutçular vardı. Yan yana yol boyunca, onlarca puruthane… Yaz sıcaklarında, güneşin altında yarı bedenleri çıplak, saçı sakalına karışmış kara yağız adamlar çalışırdı buralarda…
Şimdi Bağdat Caddesi’ndeyiz, Sivas’ın gözde sitelerinin caddenin iki yakasında birbiriyle yarışırcasına yükseldiği sitelerin olduğu caddedeyiz… Ne tarlalar, bostanlar var sağımızda ve solumuzda ne de puruthaneler…
Her şey ben yaşarken değişti; ben yaşarken şahit oldum yeşilin, ağacın betonla yer değiştirdiğine, toprak güvecin teflon tencereye, su testisinin plastik damacanaya dönüştüğüne…
Yarım asır kadar önceydi, bu caddenin/yolun Bağdat Caddesi/yolu olduğunu bilmiyordum. Öğrendim ki Osmanlı coğrafyasının Basra Körfezi’nden, Yemen’e kadar uzandığı dönemlerde Sivas merkezden Eğriköprü’den geçip Kardeşler Dağı üzerinden giden güzergâh Bağdat’a giden yol imiş. O nedenle Bağdat Caddesi olmuş ismi bu yolun…
İşte bu yoldan babamla birlikte tuğla ocaklarına, puruthanelere, purutçulara gitmiştim çok kez… Oradan inşaatlarda kullanılan tuğlaları yüklemiştik arabaya, tuğlaların üzerine oturup inşaatlara dönmüştük çok kez… Ocakta çalışanlardan birisi istiflenmiş tuğlaları ikişer ikişer arabanın üstündeki babama sayarak atardı; babam onları bir itina ile dizer, yerleştirirdi arabaya… Bense, tuğlaların yapıldığı o açık sahayı incelerdim çocuk aklımla… Geniş sahanın bir köşesinde yumuşak, yağlı, rengi kızıla dönmüş topraktan çamur kararlardı küreklerle ve çizmelerini giymiş birkaç adam ise çiğnerdi çamuru saatlerce. O çamur birkaç gün dinlendirilip bekletilirmiş ve kurumasın diye zaman zaman çiğnenirmiş hep… Sonra o çamuru, kürekler aracılığıyla ahşaptan yapılmış, içerisinde sekiz on bölmenin olduğu kalıplara doldurup üstlerini düzeltirlerdi. Kuruması için sahaya yan yana dizilen kalıplar bir sergi alanı gibi gözükürdü âdeta… Kuruma kıvamı aldığında ise ocak tabir edilen fırınlara üst üste, yan yana dizilir; talaş ve saman yakılarak uygun derecede pişirildikten sonra satış için istiflenirlerdi. İşte bu istiflerden yüklerdi babam tuğlaları… Buralarda sadece tuğla yapılmazdı, bacalar için oluklu kiremit, su olukları ve soba bacaları, su kanaları için pörhenk denilen toprak borular da yapılırdı, büyüklü, küçüklü farklı çaplarda…
Purutçular ya da Puruthane sadece tuğla ve kiremit gibi inşaat malzemeleri yapılan yerler değildi, mutfak araç ve gereçlerinin yapıldığı yerlere de puruthane, purutçular denilirdi; farklı bir ismi var mıydı bilmiyorum. Mutfak eşyası yapan purutçuların bir kısmı Bağdat Yolu kenarında bir kısmı Halfelik yakınlarında, birkaç tanesi de Karaağaç Kolluğu dediğimiz Yukarı Tekke’ye giden yol üzerinde (Aksu) Mısmılırmak’ın öte geçesinde idi. Her ne kadar şehir içinde bazı dükkânlarda topraktan imal edilmiş mutfak eşyaları satılsa da purutçulara giderdik çoğu zaman. Hem imalat hem satış yerleriydi oralar. Genelde ön cepheleri açık bir hangarı andıran dükkânların her bir tarafı büyüklü, küçüklü, sırlı, sade boy boy su testileri, küpler, güveçlerle dolu olurdu…
Su testileriyle mahalle çeşmesinde tatlı su getirildi evlere, dükkânlara; buzdolapların yaygın olmadığı günlerde testi suyu en makbuldü; yaz aylarında suyu öylesine soğuk tutardı ki sıcak günlerin ferahlatıcı ikramıydı adeta… Bugünkü gibi farklı madeni materyallerden yapılan tencerelerin olmadığı günlerde sadece güveçler değil birçok yemek kalaylı bakır tencereler ya da topraktan yapılmış tencerelerde (güveçler)de yapılırdı. Yine sütlaçlar, yoğurtlar için toprak kâseler kullanılırdı genellikle… Güz aylarında uzun kış günleri için hazırlanan turşular, peynirler toprak küplerde saklanırdı hep… Kırılanı, bozulanı, sırı dökülenleri satın almak için zaman zaman giderdik purutçulara…
Şimdi ne purutçu kaldı şehrimizde ne puruthane… Bağdat Caddesi’ne açılan eski puruthanelerin olduğu bölgede bir “Purutçu Sokağı” var sadece… Bir de vakti zamanında bu mesleği icra eden ailenin “Purutçular” lakabı ve “Purutçu” soyadı kaldı yadigâr…
Eğriköprü’nün üzerinden geçerken hâlâ İsmet Özel’in o mısraları vardı dudaklarımda: “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan”