Hayat, bir yol ve yolculuk hikâyesidir aslında…
Yeryüzünde yaşadığımız sürece Âşık Veysel’in dediği gibi “uzun ince bir yoldayız”. Doğumla başlayan ömür sürecimiz, vaktini bilemediğimiz bir zamanda bir musalla taşına konan son saltanatımızla nihayete ereceği ana kadar bir yolculuktur bu…
Yoldayız, yolcuyuz.
Ama ne yazık ki, yolda olduğumuzun ve yolcu olduğumuzun bazen çokta farkında olamıyoruz. Öyle ki bulunduğumuz mekânın, makamın ve servetin kalıcı sahibi gibi davranıyoruz. Hâlbuki her gün defalarca şahit oluyoruz ki her şey geçici, hiç kimse ve hiçbir şey kalıcı değil… Ebedden ezele uzanan ve nihayete erecek olan çok uzun bir yol bu. Ve bu uzun yolun üzerindeki iki ara istasyonun birinde binip diğerinde inen yolcularız biz sadece… Tıpkı peygamberimizin dediği gibi “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.”
Öyleyse, bu ihtiras, bu öfke, bu acımasızca kurgulanan handikaplar niye? Neden kırarız, üzeriz birbirimizi? Değer mi? Bize uzun gelen ama ebed ve ezel arasında bir nokta misali kadar olan bu kısacık ömrümüzde, her birimizin yarın bırakıp gitmek zorunda olduğumuz bu yolculukta, bu kısacık mola yerinde her ne nedenle olursa olsun bir kalp kırmağa değer mi?
Yol herkesindir; yaşayan, var olan herkesindir; yola revan olan yolcunundur. O nedenledir ki aslolan yolcudur; yolu yapanda, yolu açıp kapayan da odur.
Yola revan olanın hikâyesi olur ve hikâyesiyle yürür. O nedenledir ki her yolun ve yolcunun bir hikâyesi vardır. Hikâye hayattır; kişinin kendisidir, ailesidir; içerisinde yaşadığı toplum, mensubiyetini duyduğu milleti ve vatanıdır.
Hikâyesi anlamlı ve derinlikli olanların mazisi ve istikbali olur.
İyi hikâyeler oluşturmak iyi insanlara nasip olur. İnsanı insan, milleti millet yapan oluşturduğu hikâyeler, can verdiği destanlardır. Kadim milletlerin önde gelen kahramanları sevgi ve saygıyla harmanladığı hayatını vatanına, milletine, kutsal saydığı değerlerine adar. Bir dünya kurulur birlikte, bir yol yürünür yürek yüreğe, omuz omuza… Hikâye o zaman anlam kazanır, hayat o zaman yaşamaya değer, insan o zaman huzuru ve mutluluğu tüm hücrelerinde hisseder.
Yolumuzu güzelleştirmekte elimizde, karatmaya yönelik engebeler koymakta. Yol, her daim gülistandan geçmez, her bahçıvan da güle âşık değildir. Ne yazık ki aynı ağaçtan gül de yetişir, diken de… Katlanmak mümkün olsa da dikeni çok can yakar, çok kan akıtır; hâlbuki toprağını havalandıran, bakımını yapan, suyunu veren bahçıvandır o; serpilmesi, gürleşmesi için yol açandır o… Ne yazık ki yolu daraltanlar, dünyayı karartanlar hep var oldular ve olacaklar. Yol bir imtihan sürecidir; yolda olmak kendini tanımak, kendi iç derinliklerinde kendini bulmaktır. Kendini bulan, yolda olanlara saygı duyar, yolda olur, yolundakine yoldaş olur. O zaman yol gülistan olur, yol güzellik olur.
İnsan ihaneti de yolda görüyor, sadakati de, hakkı da hakikati de.
Her şey yolda oluyor. Her ne oluyorsa onu da yolcular yapıyor, hem kendine hem çevresine ve geleceğine. Ardında bıraktığı iz, son durakta ona aralanacak kapıdır aslında. Kişi o kapının hangi mekâna açılmasını ister? Bunu insan kendine sormalı, ister aklına, ister vicdanına bir kez, bin kez… Zira Fatır suresinde Cenab-ı Mevla der ki: “Dünya hayatı sizi sakın aldatmasın…”
Son durağa her gün bir adım daha yaklaştığımız, yolda ve yolcu olduğumuz bu kısa mola yerinde, keşke dünya bir çocuğun gülümsemesi kadar sade ve masum olsaydı, keşke aklı ermiş yetişkinler, çok bilmiş yetkinler o güzelliğe gölge olmasalardı…
Keşke…