
Semtlerin herhangisi… Sokakların kuytularından birini dolaşıyor kalemimizin adımları… Görmese daha mı iyiydi? Kâğıdımız bu utanca, usanmak ekleyip ve kızarmış yanağına… Ne kaldı geriye, elinin kirine bulaşmayan… Aklını kaçırmış olmalı ki dünyayı satın alabileceğini zannediyor sımsıkı tuttuğu kıymetsiz kâğıt tomarlarıyla. Gözünü dikiyor madenlerine, gerdanındaki yerin… Yakasına yapışıyor hırslı bir alacaklı gibi…
Şu çirkin apartmanlara; yaşamak sanılan beton mezarlara katlanmak yetmezmiş gibi bir de dünyaya çivi çakmışçasına yaşamak. İşte o huzursuz semtte paslı hançer gibi duran bir baz istasyonunun hikayesi bu; devasa bir çivi yahut, ömrünü yakasına iliklediğini sandığı bir düğme belki de upuzun… Her geçen gün hissizleşen toprak yanı başında olanlara sesini çıkarmıyor artık, ağzını kapatıyorlar zaten konuşamasın diye zifiri bir asfaltla… Sus payı… Ve kıl payı kurtarıyor biçare kuşlar…
Gel gelelim iğne atsan yere düşmez o çivilerden, bizim paslı ama bir o kadar gururlu çiviye… Vaktiyle, bu yakışıksız demir ve kablo yığınının yerinde asırlık bir ceviz ağacı zarifçe yükselirdi. Kökleri “Hiçbir zaman bırakmayacağım sizi!” der gibiydi… Göğe açılan yemyeşil devasa elleri her daim duadaydı börtü böceğe… “Ben buradayım!” demenin yeşil ve güvenilir izahı gibiydi. Sonra bir testere, bir dişli ve çatırdayan, yeryüzü ile gökyüzü arasında kocaman gövde… Yerinde yeller esmedi, esemedi… Metal tellerle kestiler toprağın nefesini. Soğuk, ruhsuz yapılar gökyüzünü lime lime ederken, ısrarla ve sabırla beklemeye devam ederdi yine de kuşlar; yok fiyatına ceviz ağacıyla takas edilen o paslı çivinin tepesinde; bir gün döneriz gölgesine umuduyla, o huzurlu dalların sığınağına…
Pas tutmadan evvel geride kalan ne varsa; kim bilir; belki de başka baharların peşine düşmenin vakti çoktan gelmiştir… Eksilerek dönen dünyanın, döndükçe etrafına güzelliklerini sıçratan. Çamur atıp izi kalan… Kör kuyulardan farkı olmayan, yine o manşetlere atılan: “Rant”. Ve ant içmişti sanki iş makinaları, her şeyini tırnaklarıyla kazıyarak elde etmiş edasıyla, yüzüne çizikler attığı yeryüzünün mücrimi… Ve nasıl anlatmalı, nefesi daralıyor caddenin! Ağaçları yok artık kendini teskin eden. Ruhunu iki apartman arasında bir buğday değirmeni gibi öğüten elleri! Yıkayıp asmadan evvel kirli ellerini; var gücüyle sıkıyor boğazına yapışarak toprağın! Suyunu çıkardık zannımca yeryüzünün, sulu sepken telaşlarla kalakaldık; gör, bak işte…
«Yeryüzü, bütün şiddetiyle sarsıldığı ve yeryüzünün ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman!» [Zilzal Sûresi 2] gelmeden evvel; Söyleyin kuşlara, demirden ağaçlar yapmadı Allah(cc); metalden dallara kanmasınlar; Ve söyleyin kullara, demirden yapılma ağaçlarından meyve koparmasınlar; Öyle ya! Allah yeşilden, ateş yaptı; onu da kutlu kitabına kattı, pişsin diye mana: «O (Hâlık-ı Azîm) ki, sizin için yemyeşil ağaçtan bir ateş vücuda getirmiştir de şimdi siz ondan yakıveriyorsunuz.» [Yasîn Sûresi 80] Herkes ateşini kendi yaktı; metalden ağaçları olan o putları eritmeye takati olmayan! Toprağın hısmı bizler, arka çıkalım diye vardık yeşile, bir hışımla savmak değildi başından kuşları öylece. Ayaklar altına aldığı ve hasmı saydığı toprağın, başının üstünde yeri var oysa! Öğrenir günü gelir! Acı da olsa!
Biz bunca şikâyetlerinken; bağrı yanık bir türkü geldi; sıvazladı kalemimizin sırtını, eşlik etti kendi figanına:
SABAHTAN UĞRADIM BEN BİR FİGANA
Sabahtan uğradım ben bir figana,
Bülbül ağlar ağlar güle getirir.
Bakın şu feleğin daim işine,
Her bir cefasını kula getirir.
Depreştirme benim, dertlerim duman,
Muhabbet şirindir vermiyor aman.
Üstümüzde dönen çark ile devran,
Felek bizi haldan hala getirir.
Derviş Ali’m der ki nefesim haktır,
Hak diyen canlara şek şüphem yoktur.
Cehennem dediğin dal odun yoktur,
Herkes ateşini bile getirir!
Bir teşekkür gerekir derdimizi sağaltan bu türküye, bir de hediye; tek bir payidar satır:
Hani derler ya; “Dünya küldür! Yanan bilir!”