Satırları bir bir çekiyor girdabına kâğıtlar. Umursamıyor yine de, inadına yazıyor kalem. Ve ardında silinmeye yüz tutmuş birkaç kelime. Onlar da kendi derdinde; meydan okurcasına, bu kulakları yırtan sessizliğe. Anlam vermek ne mümkün hayat dediğine. Akrebin zehriyle yelkovan verirken son nefesini, yetmiyor ki koymak taşı gediğine.
Gün gelir de işinin başından aşkınlığı, bugünlerinin en elzem işlerini yarına bırakmana sebebiyet verirse, kulak ver şu kabına sığmaz kelimelere. Kulaklarından tutuver yaramaz harfleri birer birer ve gönlünün loş odalarına kilitlemek yerine onları; beyaz güvercinleri andıran kâğıtların kanatlarında uçuruver özgürlüklerine. Sözünü önce kendine dinlet, sonra bırak tüm dünya tek bir sözünü dinlemek için sıraya girsinler.
Saatinin ibresini arama, bulamazsın; kalemle kâğıdın o büyülü buluşmasında. Hiç olmazsa eşlik et içten yazılmış ruhların fısıltılarına. Paslanmış kalemin kılıçtan keskin, keskin olmasına. Yırtmaya yetmez mi sendeki perdeleri? Noktaların kıyameti sadece bentleri yıkacak gür kelimelerin.
Ezelde kaybettiğimiz bir kelimemiz var. Sırf onu buluruz ümidiyle okuyoruz kütüphaneler dolusu cilt cilt kitapları. Cümle oluyoruz kimi devrik, kimi esrik. Ebedde gördüğümüz bir düş var. Sırf o gerçekleşsin diye de yazmaktan geri durmuyoruz. Dillere pelesenk olmak için okur-yazarlığın şükrünü kalemle satır satır ödüyoruz.
“Öyle boyumdan büyük laflar ediyordum ki duyurabilmek için sana
Uçurtmanın harflerime takılması gerekiyordu”
Diyor ya bir kalemin mahcup dizeleri. Boyumuzdan büyük laflar edebilmeye cüret edebilmek için, önce âlem kitabının varlık ayeti olan kendini okumakla başlamalı. Cahillik kusursuz ve muazzam yaratışmış şu âlemde herkesi ve her şeyi bayağı gösteren bozuk bir pusula ise, o halde cehaletin karanlığını, kalemin kararlılığı ile aydınlatmalı. Devrildiğinde bütün kelamlar, tesellisine, kalemine dayanmalı.