Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?
Necip Fazıl
Ezelden ebede sürekli yaşanmakta olan bir gerçek vardır, o da değişimdir.Değişim gördüğümüz her şeyde, ister bir insan hayatı kadar kısa, ister kuşaklar boyunca devam eden süreçte olsun giderek artan, çapını ve kuşatıcılığını genişleterek büyüyen şekliyle devam ettiğidir. Her yeni fikir, buluş ve icat, toplumlarıve haliyle yaşadığı mekânı ve eşyayı değiştirmektedir.
Dünya ve insanlık tarihi aslında birdeğişim hikâyesidir… Bu değişim hikâyesinin belge niteliğindeki görseli ise şehirlerimizdir.
Şehirler, sosyal bir birliktelik içerisinde ve topluluk halinde yaşayan insanların, ortak yaşam alanları ve yaşam biçimleri ile insan eliyle şekillenen mekânlardır.Şehirleri insanlar tasarlıyor ve biçimlendiriyor, sonrada tasarlanarak mekânsal bir yapıya dönüşen şehirler, insanların düşüncelerini etkiliyor ve biçimlendiriyor. Mekân ve insan, eşya ve insan arasındaki ilişki bu… Ve şehirler sadece bir mekân olmanın ötesinde, kurulduğu günden bugünlere tüm değişimlere rağmen tarihin süzgecinden geçirerek biriktirdiğisosyal ve kültüreldeğerleriyle canlı bir organizmadır. Şehirlerde oluşan fiziksel mekânlardan insan dokusuna ve sosyal ilişkilere kadar her şey,şehrin kimliğinin aynası, ruhu ve ifadesidir.
Şehirler mekânın ve zamanın tecessüm hâlidir. Ve insan şehri inşa eder, şehir de insanı; her ikisi de birbirinin aynası olan yansımalardır. İnsan ve şehir; her an yenilenen, inşası her an devam eden, hâlden hâle giren varlıklardır. İnsan, şehir denilen mekânda zamanın değişen şart ve imkânlarıyla bu değişim ve oluşumu yönlendirir, yönetir ve bir medeniyet inşa eder. Bunun sonucunda binlerce yıllık tarihî geçmişiyle toplumsal, siyasal ve ekonomik birikimleriyle, değerler manzumesi teşekkül eder.
Her şehrin inşası, o şehrin geleceğine uzanan yolun gösterge parametrelerini taşır. Ve şehirler hikâyeleriyle oluşur ve tarihî süreç içerisinde varlığını sürdürür veya yok olur. Ve şehirler de değişir, insan ve insanın hayata bakışı gibi… Şehir ve insan, okyanusa benzer bir yönüyle, met ve cezirleri bağrında taşır; zamana, zemine ve imkâna göre yükseliştedir veya suskun bir hâl üzeredir. Suskunluğu hep susacağına işaret etmez. Nefeslenmek maraton koşusunda var olmaktır bir bakıma; kulvar dışına düşmeden, yola revan olmaktır, yolda olmaktır.
Hayatın ve şehirlerin ekonomik rakamlar nispetiyle değerlendirildiği, tasarlandığı ve yeniden inşa edildiği çağımızda, şehre insan odaklı bakışın yöntemini belirleyecek düşünceye, bilgiye ve uygulamalara ihtiyacımız olduğu aşikârdır. Mazinin binlerce yıllık gelenekten süzülüp gelmiş, zamana karşı direnmiş ve tecrübe edilmiş birikimleri, geleceğin temel taşları olmalıdır.
İstikbal ancak, o taşlar üzerinde ve bilimsel verilerin yol göstericiliğinde inşa edilebilir. Amaç, geçen zamanı ve yaşanmışlığı düşünmek, değerlendirmek ve muhasebesini yapmakla beraber yaşanılan zamanı idrak ederek gereğini icra etmektir. Önemli olan, gelenekle gelecek arasında kurulacak güçlü bağ ile bireyin huzur içinde yaşamayı arzuladığı ve tercih edebileceği bir şehri inşa ederek ve yarınlara miras olarak bırakabilmektir.
Ve değişim kaçınılmaz olduğuna göre, şehrin kimliğini ve ruhunu oluşturan her şey de değişecektir ve değişiyor da…Şehirlerde değişen her şey, insan yaşam kalitesi ve mutluluğu ile huzuruna katkı sağladığı sürece anlamlıdır ve değerlidir.
Şehrin ruhuna ve kimliğine aykırı bir değişim ise şehrin kalp dünyasına hitap eden sesini kaybetmesidir. İnsan eksenli, ruh duyarlığıyla bestelenmiş sosyal iletişimin ve ilişkinin zayıflaması ve nihayetinde kopmasıdır. Sesin ve sözünsuskunluğudur. Mahallenin, sokağın ve komşuluğun kaybolduğu bir şehir sesini kaybetmiştir aslında… Çünkü ses şehirdeki insanların birbiriyle yüreklerine hitap ettikleri, kalplerini dokundukları sesleridir. Çok katlı binaların, birbirini tanımayan kat sakinlerinin bir makinenin dişlisi gibi döndükleri mekânlar, şehirlerin en gözde rezidansları, korumalı ve güvenli siteleri olsalar da, bireysel bazda yalnızlığa mahkûm edilmiş alanlarıdır.
Şehir insanı kuşatıyor ve mahkûm alıyor. Hangi mahallede, hangi şehir ve hatta hangi ülkede yaşanıldığının bir anlamı kalmıyor. Aidiyet ve mensubiyet duygusunu yok ediyor.
İnsanı yalnızlaşıyorsa değişimle yenileniyor ve gelişiyor olmanın bir anlamı olabilir mi?
İnsan yaşadığı mekânda ruh huzurunu, güvenliğini, rahatlığını bulamıyorsa, göklere yükselen binaların, caddeleri dolduran araçların, bir klavye tuşu, bir ekran görüntüsü kadar birbirine ulaşılabilmenin bir değeri kalabilir mi?