Süt ve kurbağa hikayesini belki çok dinlemişsinizdir ama, bir de biz anlatalım. Malum süt kazanına düşen kurbağa çırpındıkça, sütün yağı katmanlaşarak sonuçta kurbağanın çıkabileceği bir tabaka oluşturur. Ve finalinde kurbağa bu yağ tabakasının üstüne çıkarak hayatta kalmayı başarır.
Ünlü bir Müslüman din alimi, bunu öğrencilerine anlatırken, her defasında kurbağanın başarısız olduğunu ve sonunda boğulmaktan kurtulamadığını söyler.
Sebebini öğrencilerine sorar ve cevap ister.
Kimi öğrenciler, kurbağanın az çalıştığını, kimi öğrenciler ise kaderden kaçılmasının mümkün olmadığını ve bu çerçevede yorumlanması gerektiğini söylerler.
Her bir cevabı dinler ve öğrencilere dönüp şunu sorar.
Ya ineğin sahibi, sağdığı sütün yağını çalıyorsa?
Öyle ya, ne olursa olsun, kurbağa ne kadar çabalarsa çabalasın, yağ tabakası bir türlü oluşmayacak ve kazana düşen her kurbağa, kazanın dibini boylayacaktır.
Alim, öğrencilerine döner ve şöyle der. “Her biriniz, bir inanca sahip insanlarsınız, siz mücadele ettikçe başarılı olacağınızı düşünüyorsunuz ve onun için mücadele ediyorsunuz.
Bir tüccar sabah işyerini açarken, bir esnaf pazarda tezgahını kurarken, çalışırsa, satabilirse, müşteri olursa kazanacağına inanır. Ancak, bazı konularda, kişinin gayreti ve isteği sonuçsuz kalacaktır.
İlahi bir gayret ve yardım olmadıkça, ne ektiğiniz tohum, ne diktiğiniz ağaç büyüyecektir. Siz toprağa bir tohum atarsınız, çapalarsınız, gübre korsunuz, sularsınız. Büyümeye başladıktan sonra bir kuş gelir ve fidenizi koparabilir, bir kurt kemirebilir, bir gece ansızın çıkan bir soğuk, onu kurutabilir.
Sizin mücadeleniz ve çabanız da sonuçsuz kalacaktır.
İşte burada ilahi bir düzen vardır, sizin çabanız ve gayretinize rağmen olmayan, yerine gelmeyen isteklerinizin tek sebebi, sizin bilmediğiniz ve göremediğiniz nedenlerdir.
Tıpkı, sütün yağını çalan köylü gibi.
Burada kula düşen, tevekkül edip, yüce Yaradan’ın hesabını istemesini beklemektir. Dünya kuruldu kurulalı, Yüce Yaradan’ın işareti hep bu yönde olmuştur.
Şimdi neden yazdım bunu diye soran olursa?
Hafta içinde şahit olduğum bir olayı anlatmak isterim. 20’li yaşlarda bir delikanlı işyerime gelerek, bilgisayarında sorun olduğunu, onarıp onaramayacağımı sordu.
“Bakmamız lazım!” diyerek, cihazı aldık. Belli ki, pekte anlamayan birilerinin elinden geçmiş, kablo yönleri ters, ayarları bozulmuş vs. vs.
Yapabileceğimizi borcunun da bir porsiyon köfte etmeyen bir ücret olduğunu söyledim. “Tamam” dedi. Çocuklar bilgisayarla ilgilenirken kendisi dışarı çıktı. Bende peşinden hava alayım diye çıktım. Şöyle bir konuşmasına şahit oldum. Konuştuğu sanıyorum annesiydi. “Anne bilgisayarı yapacaklar, şu kadara yaparız dediler.” Annesi ne dedi bilemiyorum ama istediği 100 lirayı alamadığını anladım.
Daha sonra abla dediği kişiyi de aradığında, aynı şekilde onun da olumsuz cevap verdiğini hissettim. O sırada bana döndü, ben hızla kafamı çevirdim, başka bir konuyla uğraşıyormuş gibi yaptım.
Üzüldüm, sonra başka bir kişiyi daha aradı, sanıyorum o kişi galiba “Ben gelemem ama sen gelirsen veririm” dedi ki, çocuk “Abi ben yarım saat sonra gelip alsam olur mu?”
Olur, dedim, önemli değil. Ücreti daha sonra da bırakırsın.
Yok abi, hemen gelirim” dedi, ancak değil yarım saat, iki saatten fazla süren bir zaman sonra geldi.
Üzüldüm, inanın üzüldüm. Fiyat söylediğime üzüldüm. Bilemedim. İçim elvermedi o bedeli almaya..”Cihazında bir sorun yokmuş, yanlış bağlamışsın,” deyip, kestirip attım.
Kimilerinin deveyi hamuduyla götürdüğü bu körolası düzende, o düzenin bir parçası olmak zorunda kaldığımıza üzüldüm.
20 yaşındaki bir delikanlının, cebinde 100 TL olmadan sokağa çıkmak zorunda kalmasının, ne kaderle, ne şükürle, ne inanç ve ahlakla bağdaştırılamayacak kadar acımasız ve kesin olmaması gerektiğini bildiğim için üzüldüm.
Süt kazanına düşen kurbağanın, zengin ve fakir olmasının önemi olmadığını, bütün meselenin o kazana düşüp düşmemek olduğunu öğretti ya hayat bize.
Ne diyelim.