Şu üstünü karaladığım mı? Yoksa yazmayı beceremeyip buruşturup attığım mı? Kalakaldığım mı sözler ortasında? Kalemimin cüret edemeyip yazmaktan esirgediği mi? Gelgitlerden alabora olan elimdeki kâğıttan yelkenlim mi? Hangi birini anlatmaya yeter ömür? Kıyılarımıza vuran cümlelerin ceremesi hangi harfler?
Cevaplanılsın diye sorulmaz bazen, karalansın diye de yazılmaz çoğu zaman. Anlatamadığında susmayı öğrendiyse bir ihtimal insan, konuşamadığında yazmayı icat ettiyse. Hangi “yazın” daha gevezedir; gazeteler, kitaplar, dergiler, makaleler… Yazarların bahsini ettiğimiz bu bir dizi kâğıt üzerinde alabildiğine konuşkan olmasını asıl konuya gelmeye çalışırken dokümanlarının arasında yolunu kaybetmesine, aklının çelinmesine bağlayabilirsiniz! Ama kabul etmelidir ki çoğu zaman inkârımızın zincirine sabır taneleri dizemiyor mahcup ellerimiz ve kalemlerimiz.
Diyor ki yorgun yürekler kalemlerin de dilsiz kesildiği bu zaman dilimlerinde: Yoğun kar yağışı nedeniyle savaşlar dursa, karanlık zihniyetler karlar altında kalsa. Bir daha açmamak üzere terör kirli kepengini kapasa… Kapasa yollarını kinin, kar taneleri. Karın sıcaklığıyla çözülse tüm katı kalpler. Ve dünya, içinde kor saklayan dev, hep bu huzurun sesiyle donup kalsa. Kar taneleri diyorum, çoğaldıkça çoğalsa, azalmalarımıza bir çare bulsa. Çare olsa dünyanın kanayan yaralarına. Tuz değil kar bassa insanlar birbirlerinin acılarına, yaralarına.
Ey, karınca sığınaklarının üzerine gökdelenler inşâ edip bulutları hançerleyen suçlu eller! Bilebilseniz! Tek minaresi kalemdi bu derdin! Dertsizlerin piri meşhur böceğimizce Ağustosun şarkısı bellidir belli olmasına; kışın karınca kararıncası yok lakin!