Şehirlerin caddelerinde, sokakların kovuğuna sığınır baharat yolları. Kervanların yükleri tarçın, kekik, zencefil, zerdeçal ve nicesi… Her çeşit baharatın göz dolduran renklerinden bir buket gül damlası ıtır çiçeğinin kokusu ilham olurken aktarlara, her çeşit meyve ve sebzenin boyalar hasadından kasa kasa renk ve tat cümbüşü taşınır manavlara. Nalburların siz eskiden rahvan atlara pabuç bırakmayan nal sanatkârlıklarına bakmayın; bugün her türlü malzeme, araç ve gereci nizami bir şekilde müzayedeye dönüştüren yine nalburiyelerdir. Kırtasiyelerin, endamıyla boy gösteren bin bir çeşit kitapları raflarda kalem ve defterlere arzı endam ederken, sırt çantaları sırtlanır dünyaları; tuhafiyeler yumak yumak iplerin nizami sıralanışlarıyla gökkuşağından rol çalar. Sokaklarda bilanihaye salınan el arabalarıysa, acil yardım çantasıdır şehirlerin.
Bir devrin ne yapacağını bilmez, gömleğini tersten giymiş ve gözü dönmüş bugünü, tahammül edemez şehirlerin bu kendi halineliğine, tekdüzeliğindeki alımlı seyrangâhına. Her biri huzur içindeyken özgürce, ihlaller zehirli birer sarmaşık gibi sarar vatanların sınırlarını. Atar damarını kestikleri sınırlardan kanlar fışkırırken; kabına sığmaz, vatandaşlıklarından hileyle çıkarılan mülteciler, sabırları taşar yakın ülkelere telaşla ve korkuyla! Kimsesiz kalır hürriyet!
Birlikte ve huzurla yaşamayı beceremeyen kalabalıklar cellat kesilir, musallat olur bayraklara. Hayretler şaşkınlık esamesi gösterebilir, çıkar hesaplarına kurban giden kentlerin bu denli talan edilişine. Ama pek de umurunda olmaz bugüne dek olmamıştır, huzuru bozan politikaların saldırgan tutumlarına. Şanslıysa belki hakkı elinden zorla alınan, harekete geçebilir merhamet. İki kelam edebilir zulme eğer keyfi yerindeyse lisanların. Kimi zaman da “Bana değmeyen yılan bin yaşasın”cıların ölü tepkisizliğiyle yeraltına saklanır çoğunluğun yüz karaları. İnsan içine çıkacak hali kalmamıştır o an artık azınlık kalan insafın ve vicdanın…
Bombalarla derisi çürümüş iflah olmaz bir vebalı gibi kalakalmıştır kentler; pul pul dökülür ateşler çehresinden şehirlerin. Küller ve dumanlardır artık kesik nefesi. Kapkara sinelerin ihtiraslarının infilak etmesiyle, devasa şarapneller saplanır masumların hayallerine. Binaların son soluğuyla ellerini ovuşturanlar alelacele kirli hesaplarını yapacakları masalarına kurularak savaş çirkinliğinin sağlaması yapılır. Kan damlayan kalemleriyle hazırladıkları tutanaklarla savaş ganimetleri bölüşülür, savaş tazminatı olarak utanmazlara ucuz kınanmak, canlarını kurtarabilen sürgün mazlumlara ise yaşamak suçuyla bir ömür paha biçilmez gözyaşları pay edilir.
Haddini, hududunu bilmezlerin dünyasında geçmiş ve gelecek tarihin bilinmeyen denklemini çözemese de aciz insanlık; kim masum kim haklı, eline yüzüne bulaştırsa da medeniyet(!), köhne uygarlıkları, masumların ahu zarıyla yerle bir olacak. Tüm saat kulelerini yok etseler de, saat kadranlarını ciğerinden sökseler de, tüm akrep ve yelkovanları tedavülden kaldırıp toplatsalar da özgürlük meydanlarından, vakit insanlığın lehine işleyecek, gün olacak devran dönecek. Savaşın siren sesleri kıyamet surunun aciz birer tatbikatı olsa da dünyayı artık iyi insanlar ilhak edecek.
Çünkü gece biter, gündüze tahammülü kalmadığında; zulüm biter suçsuzların haklılığına kara çalamadığında. Yaz ile kış arasında tereddüt etse de güz, barışın habercileri güvercinler ısrarla hatırlatır vatanların bölünmezliğini, gökyüzünde beliriverir ısrarla baharın zafer anıtı gibi. Barış bahar kokar, kuş cıvıltıları ağaçların tomurcuklanan dallarından sarkar. Sırf bu sebepten barış dünyanın bütün hazinelerine, en değerli madenlerine en önemlisi de umut etmeye değer. Yeryüzünün mizanpajına kasteden, kâinatın mizanını yok sayanlara o yüzden telkinleriyle gönlümüzü hep teskin eden Nazan Bekiroğlu hocamın kelamlarıyla bir ders vermek gerekirse: “Gülün rengiyle, sütün tavıyla oynama. Karıncanın yolunu kapama, kırlangıcın yuvasını bozma, yılanın dişini kanatma. Pınarların, nehirlerin, ince suların kurumaması için çaba sarf et. Göz kulak ol emanete. Bozma kıvamını, aldığını gibi iade et.”
Şair Gökhan Ayçiçek’in şu güzel dizeleriyle de yazımızı mühürleyecek ve tasdik edecek olur isek:
Aynı cümle içinde geçerse
Kuş ile kafes
Pencereleri açın
Çocuklar
Bu birinci ders!