Seyahatimizin ikinci günü öğleden sonra. Mardin’e doğru yola çıkıyoruz Urfa’dan.
Hava sıcak, yol üç şeritli ve baktığımız her taraf alabildiğine geniş ve nerede ise ufukla toprağın birleştiği düzlük gibi… Bereketli Hilal diye bahsedilen Mezopotamya’nın en kuzeyindeki Mardin’e doğru ilerliyoruz. Haziran ayında olmamıza rağmen Anadolu’nun aksine burada biçerdöverler arazide, bir hasat döneminin içinden geçiyoruz.
Sıcaklığın kırk derecelere yaklaştığı bir ortamda iki saati aşkın bir yolculuktan sonra hafif tümseklerin, tepelerin ve nihayet dağların arasından ilerliyor aracımız. Dillerimizde “Yola çıktım Mardin’e/ Düştüm senin derdine” türküsü.
Ve karşımızda dağ yamacına kurulmuş, sanki birbirinin üstüne sıralanmış Mardin evleri… Şehrin oldukça büyük bir kısmının sırtını dayadığı ve “kartal yuvası” olarak tanımlanan Mardin Kalesi’nin eteğine doğru yayılıyor şehir. Son dönemlerde televizyonlarda izlediğimiz dizilere mekân olan, çoğumuzun aşina olduğu taş evler uzaktan bir tablo gibi insanı büyülüyor âdeta. İçerisinde şahmeranların geçtiği masallar diyarı Mardin’e doğru yaklaşıyoruz.
Mardin Sanayi Bölgesini geçtikten sonra şehrin dış mahallesinde mihmandarımız bizi karşılıyor. Mardin’in yerlisi, bu şehirde doğup büyümüş rehberimizin eşliğinde şehrin sokaklarına, caddelerine giriyoruz. Zaman tünelinden Ortaçağ’a düşmüş gibi asırlardır varlığını sürdüren evlerin, iki insanın zor geçeceği daracık sokakların ve de tarihin üzerimize sinen etkisindeyiz. Sanki doğal dokusunu muhafaza eden Mardin’in her köşesi geçmişten izler taşıyor. Birçok dilin ve dinin karşılıklı saygı, sevgi içerisinde hayat bulduğu bir şehrin gittikçe yükselen kıvrımlı ve dar caddelerinden Mardin’in içlerine, yukarılara doğru ilerliyoruz. Tarihe tanıklık eden mekânları ziyaret etmek bilgilerimizin tazelenmesine yol açıyor. Yenileniyoruz bir bakıma. Binlerce yıllık geçmişiyle insanlık tarihine ışık tutan geçmişten geleceğe hayat serüvenini, bu coğrafyada neler yapıldığını, yaşanmışlıkları, bugüne kalmış olan izlerinden takip etmek medeniyet tarihini yeniden düşünmemize sebep oluyor, fırsat veriyor.
İlk durağımız: Kasımiye Medresesi.
Aracımız, Mardin Ovası’na bakan muhteşem işçiliği ile insanı büyüleyen medresenin ana giriş kapısı önünde duruyor. Sağlı sollu yirmiyi aşkın merdivenden yukarıya çıkıyoruz. Görkemli giriş kapısının hemen ardından kemerli bir koridora geçiliyor. Koridorun sol tarafında bir türbe, sağ taraftan ise medresenin iki katlı üstü açık avlulu ana yapısına giriliyor. Avlunun etrafında bir insanın eğilerek girebileceği büyüklükteki kapılardan giriliyor dershane olarak kullanılan odalara. Tavanındaki simgelerden hangi derse ait olduğunu anlaşılan 11’i alt katta, 12’si üst katta olmak üzere 23 tane dershane var. Tümü güneş alan odaların demir parmaklı pencerelerinden baktığında Mezopotamya’nın buğulu, uçsuz bucaksız manzaralarında kayboluyor insan âdeta…
Artuklular döneminde yapımına başlanan medrese Moğol saldırıları nedeniyle yarım kalmış, 15. yüzyılın sonlarında Akkoyunlu sultanı Kasım bin Cihangir döneminde tamamlanmış ve I. Dünya Savaşı sırasında ise kapatılmıştır. Bölgenin en önemli eğitim merkezlerinden biri olan medrese aynı zamanda çok fazla maddi kaynağa da sahipmiş. İki mescit, bir türbe ve eyvanda bir çeşmesi bulunuyor. Çeşmeden akan su, kanallarla üç havuzu dolaşıyor. Anlatılanlara göre suyun aktığı yer doğumu, döküldüğü küçük havuz gençliği, büyük havuz olgunluğu, dar olan havuz ise ölümü temsil ediyor. Nihayetinde su, kanallarla toprağa akıp gidiyor ve toprakta tekrar can oluyor. Medresenin avlusunda duvara su vurulduğunda rahatça görülebilen koyu kırmızı lekeler var. Rivayete göre medreseyi tamamlatan Kasım Paşa burada katledilmiş. Kız kardeşi ağabeyi öldüğünde acısından elindeki kanlı gömleği ve kendisini, ağıtlar yakarak duvarlara vurmuş. İşte bu kanlı gömleğin duvara sürülen izlerinin o günden kaldığı anlatılıyor.
Hanifilerin namaz kıldığı dikdörtgen planlı mescidin kubbe akustiğinde yankılanan Ahmet Özaydın Bey’in makam ile kıraat ettiği ayetleri dinlerken etkilenmemek mümkün değil… Batı taraftaki diğer mescit ise Şafilere ait ve önündeki namazgâh olarak kullanılan alanda, Ramazan aylarında şehir erkânının teravih kıldığını öğreniyoruz mihmandarımızdan.
Bugün El-Cezire Kültür Merkezi olarak kullanılan medresenin bir odasında Artuklu Üniversitesinden bir öğretim görevlisiyle karşılaşıyoruz. Kaligrafiden hat ve tezhibe hem eğitim veriyor hem de eserlerini sergiliyor odanın duvarlarında. Selamımıza karşılık bir hediye takdim ediyor Mardin Hatırası olarak bize. Eline aldığı kamış kalemle kaligrafi sanatının estetiğinde medrese odasında adımızı yazıyor.
Ve Mardin evleri… Mardin Ovasının yamaçlarına kurulmuş olan şehir dantel gibi işlenen taş evleriyle tanınır daha çok. Sanki çağların ötesine Ortaçağ’a doğru zaman tüneline akıyoruz; yörenin sarı kalker taşlarından yapılan sanat eserleri arasında dolaşıyoruz. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında gezerken bir labirentin içine düşmüşçesine sessiz ve suskun bir ağırbaşlılığın içinde kayboluyoruz sanki. Ruhumuza sinmiş bir sükûneti hissediyoruz abbaralı sokaklarda âdeta… Evlerin içerisine dışarının sıcaklığını yansımıyor ve hoş bir ferahlık kaplıyor içimizi. Zamanında kalabalık ailelerin yaşadığı, yaz aylarında yıldızların altında damlarda uykuya yatılan evler genelde iki katlı. Bir kısmı bugün hâlâ konut olarak kullanılsa da çoğu son dönemlerin artan ziyaretçilerini konuk eden butik otel, kafe, müze ve lokanta olmuş…
Mardin’in sembolü olan dilimli kubbesiyle belki de Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Ulu Cami karşılıyor bizi başka bir cadde üzerinde. Artuklular döneminden kalan ve 1176 yılında yapılan caminin iki minaresinden sadece biri ayakta bugün. Enlemesine dikdörtgen planlı mihrap önü kubbeli olan caminin kuzeyindeki avlusu oldukça geniş. Yine şehre en hâkim konumda “Kartal Yuvası” olarak anılan Mardin Kalesi şehrin güvenle sırtını yasladığı dayanak sanki. Gece ve gündüz, günün herhangi bir anında aşağılara doğru uzanan ovanın doyumsuz enginliğini seyredebilecek gözetleme kulesi konumunda Mardin Kalesi… MS 330 yılında hastalıklarla boğuşan Şad Buhari buraya yerleşmiş ve iyileşince görkemli bir saray yaptırmıştır.
Adını, etrafında yetişen safran (zaferan) bitkisinden alan Deyru’l-za’feran Manastırı ise Mardin’e 4 km uzaklıkta… 1932 yılına kadar Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgâhı olmuş altı asrı aşkın süreyle… Mimari açıdan bir sanat eserinin zarafetini taşıyan manastır; dini ritüelleriyle, giyim kuşamlarıyla rahipleri, rahibeleri ve öğrencileriyle farklı bir dünyayı sergiliyorlar.
Son yıllarda gerek turizm gerekse kırsaldan kente göçün getirdiği yoğunlukla, nüfusu gittikçe artan Mardin, tarihî çarşıları ve yöresel ürünleriyle dikkat çekiyor. Birinci Cadde’yi de içine alan eski çarşı, otantik havası ile geçmişe götürüyor insanı. Farklı alanlarda hizmet veren esnaf ve zanaatkârlar tezgâhlarının başında. Dükkânlar, pasajlar ve tarihî çarşılar Mardin’e özgü hediyelik el sanatları, yiyecekler, geleneksel giysiler ve yöresel ürünlerle dolu. Zarafet ve estetiğin hünerli parmaklarda sanata dönüştüğü telkâri gümüş takıları ise görülmeye değer… Yöreye özgü şifalı ev yapımı sabunların en doğal olanları sarı renkli, parfümsüz ve yağ oranı en yüksek bıttım sabunlarını birçok yerde görmek mümkün. Sadece Mardin yöresine özgü Lahor ağacından elde edilen kök boyadan rengini alan Mardin badem şekerini, cevizli ve mahlepli özel Türk kahvesi karışımlarını, Süryani kahvesini ve Mardin’e özgü lezzetleri tadabilmek mümkün. Yine sabah erken saatlerde çok kısık ateşte pişmeye başlayan ancak öğle vaktine hazır olan kaburga dolması, irok (kızartılmış içli köfte), ikbebet (haşlama içli köfte), kiliçe (Mardin çöreği), sembusek (kapalı lahmacun), un ve pekmezin başrolde olduğu harire tatlısı, lokma tatlısına benzeyen zingil, alluciye,eyice yörenin tadılacak lezzetleri…
Mardin Kalesi’ne yaslanmış bir eski zaman tablosunu andıran toprak renkli taş evleri, daracık sokakları, farklı inanç ve kültürleri yan yana yaşatan “Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık” olan Mardin, bu coğrafyanın görülmeye değer bir rengi…