Lafızlarından incinmeyen kâğıtlarına matbaa olma gayesiyle sahih kelimelerini hassasiyetle seçebilmesi için ellerine türlü türlü tembihlerde bulunan bir daktilografın, kağıt üzerinde kendisiyle antant olmaktan başka çaresi olmadığının altını çizebiliriz. Tefekkürün alfabetik olarak grafiklendirilebilmesi için parlak fikirlerin ışınları yeterli ve kabul edilir seviyededir. A4 ebatlarında ve anlam boyutlarındaki fikriyatın grafiğini yorumlayacak olanların ise kabiliyet ve marifetine göre değişkenlik gösteren sözcüklerin grafiklerini tanımlandırabilmesi kâfi gelmez lügatlere. Bakmaktan öte görme derinliğini telaffuz ve teneffüs edebilme eylemi gerek her şeyden önce. Ve teşhis etmek her bir harfin altında yatan ince nedeni!
Bildiğiniz üzere monografilerde göz önündeki kişiler ve onların güzide eserleri kıyasıya çekiştirilir, bir nevi talan edilir. Ama anlamak öyle mi? Anlamak, masraflı iştir! Kelimeleri talan etmekten ziyade, kendi sesini de iliştirir okur satırlara. Yeri geldiğinde aksak harflere dayanak olur. Tümseklere merdiven, basamaklara ihtiyatlı bir iniş olur. Manalandırır kuru gürültüsünü daktilonun, bir serenat olur tıkırtılar artık, hiç rahatsız etmez dinleyenini, dinletenini ve dahi aktaranını!
Mânâgrafiler tüm derdi tasayı soğurur. Düşünsel araştırma ve inceleme merkezlerinin mikroskobik gözlü edebi eleştirmenleri yerine kesişen bileşke duyguların semptomları kabul görür artık. Karşılıklı anlayışın dostane kabullenişleri var sayılır. Eksiğiyle fazlasıyla gün yüzüne çıkmamış olanlar da dahil, çift gören gözlere harflerin tekliği kanıtlanır. Tek bir kavrayış gözlüğüyle her şey neticelendirilebilir bir kıvama gelir.
Harflerin demografik dağılımlarına baktığımızda dağların engebelerini, karaların debdebelerini kâğıtlar sırtlanamazlar elbette. Ovaların düzlemine yaslanan, dağların gözelerine sığınan alfabelerin kültürel direnişlerine şahit olmayı gerektiren sancıları vardır çünkü. Keskin gözlere ve hayal gücüne arabuluculuk eden zihnin görüntü yönetim merkezlerinde yalnızca güneşin ve ayın doğal ışınları ile görünür olabilen hisler öncülük edebilirler. Kâğıt üzerindeki çizgilerin etnografyasına bakmak yetmez. Unutulan alfabeler, okunamayan kitabeler kadar evrensel diyebileceğimiz dillerden düşmeyen söz gelimlerinin de akıbeti sorgulanmalıdır.
Katı nesneleri düzlemsel ifade etme sanatı olan stereografi için biçilmiş kaftan olan daktilolarımız tane tane konuşmaya başlar ellerimizden cesaret bularak. “Her insan, bambaşka bir dünya!” anlayışıyla var olur fikirler. Çizgiler ağız birliği ederek savunur düşüncelerin kavmiyetçiliğini. Artık insan kâğıt üzerinde soyutluğunu düzlemleştirir. Bu dakikadan sonra artık monografiler tedavülden kaldırılarak mânâgrafiler tüm endamıyla boy göstermeye başlarlar tarihin kaynakçasında.
Tüm bu varsayımlarımıza göre dünyanın bibliyografisi için gizli bir sandık veya insanın kara kutusu olarak nitelendirebileceğimiz daktiloların, tozu dumana katan fikirlerine karşın tozlarının silkelenme zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Doğrudan ve iyiden taviz vermeyen yazmak eylemine galip gelecek ellere toz kondurmadığımızda hak edecek çizgiler karmaşadan kurtulmayı, sadeleşerek bir harf olmayı öğrenecek karalanmış yazılar. İşte o zaman monografiler değil mânâgrafiler olacak hayatlarımızın manidar çizgileri.