Yazmak suyunuzda olunca, bazen sosyal medya mecralarını da gazete köşesi gibi kullandığımız olmuyor değil. Kimi zaman, bir gazete köşesi, kimi zamanda ufak tefek pasajlar yazıyoruz işte.
Benim en çok hayret ettiğim, kimi yazılarımın sosyal medyada o kadar çok görüntülenmesi oluyor. Halbuki, üç-beş kuruş verip, gazete okumaya pek meyilli olmasak ta.
Bu pasajların birisinde şöyle yazmışım. “Hiçbir makam mevki, kişi, zümre vazgeçilmez değildir, gidenin yerine muhakkak birisi bulunur.”
Haksız da değilim de.
Bir dostumda şöyle mesaj atmış. SGK il müdürünü de görevden aldılar, sende ciddi ciddi eleştirdin, senin görüşüne göre o da vazgeçilmez birisi değil, bak yerine hemen birisini koymuşlar.”
İlk bakışta haksız değil gibi gözükse de, iki kavram, iki tanım arasında, Himalaya ile bizim Kardeşler Tepesi farkı kadar fark var.
Birisi bir kavram, kabul ve tarifti, diğeri ise, hem haksızlığın, hem de sahipsizliğin yansıması.
Şimdi nasıl kabul edelim, adamı haksız yere, göz göre göre görevden alacaksın, bu zulme rıza göstereceksin, “Bu şehir zaten sahipsiz, bu şehir zaten yalnız” diyenleri, bir kez daha haklı çıkarmanın ezikliğini yaşamayacak ama yaşatacaksınız.
Aynı şeyler değil. Birinin faturası olmaz ama, diğerinin faturası siyasete muhakkak fatura edilecek, mesele kişiler makamlar değil, bir haksızlığa, bir Ankara zulmüne bir kez daha yenilmiş olmanın dayanılmaz ezikliğini yaşamak istememektir bu.
Hatta bu konuda iktidar muhalefet ayırmadan konuşuyorum, bu konuda özellikle, Ankara’ya direnmek konusunda maalesef, bu dönemde geçer not alan olmadı henüz benden..
Gazete köşelerine yazı yazmak, internette sörf yapmaya benziyor aslında. Ben bu hafta size, tarımda neden bu noktaya geldiğimizi yazacaktım. 60’lı hatta 70’li yılların başına kadar, neden küçükbaş hayvancılıkta dünyanın ilk beşi içindeyken, şimdi hayvancılığımızın bitip tükendiğini, dilimiz döndüğünce anlatacaktım.
Neden bu koca ülke, bitip tükenirken, Avusturalya, Çin, Rusya uyguladığı tarım ve hayvancılık politikaları ile devasa hamleler atmış, yüzlerce milyonluk rakamlara nasıl ulaşmış onu anlatacaktım.
Kısmet olmadı.
Yazmak işte böyle bir şey, “kablosuz fare satın almak için internette sörf yaparken, hamam kesesi sipariş vermek” gibi bir şey yazmak.
O an aklınıza geleni yazmalısınız, çünkü gerçek kurguladığınız değil, bilinçaltına sakladığınız oluyor, her nedense. Bu hafta bir çok konu vardı, ama özellikle Tarım ve Hayvancılık politikasını yazmak istiyorum.
Bir gün muhakkak muradıma ereceğim, biliyorum, inanıyorum.
Orada bir ülke var görüyorum, eşsiz göz alabildiğince uzanan ufka kadar büyüyen bozkırlarında, yüzlerce binlerce hayvanın otladığı, çocukların gençlerin ellerinde kovalarla süt sağdıkları…
Tam bu hayali kuruyorum, aklıma Suriyeli sığınmacılar geliyor.
Kontrolsüz, artık çığırından çıkmış.
İstanbul’un orta yerine sandalye atıp, “Delikanlınız varsa beni buradan kaldırsın diye” devlete meydan okuyan öküzü görüyorum.
Gerçi derdest edildi ama, çok geç kalındı çok..
Neyse tarımı ve hayvancılığı bitireyim, “Zaten bitti diyorsunuz da!” ben konusunu demek istedim.
Bir ara şu zorunlu sığınmacılara da bir iki kelam edelim.
Haydi hoşça kalın.