
İnsan, varoluşunun başlangıcından beri arzuların girdabında dönen bir varlıktır. Kalbinin en mahrem köşelerinde, ruhunun derinliklerinde daima ulaşmayı arzu ettiği muratlar gizlidir hep. Kimi zaman bir şifa dilenir, kimi zaman bir vuslatın özlemiyle yanar tutuşur… Bazen bir menzile erişme arzusu, bazen de bir yürekle aynı sükûnu paylaşma ihtimali sarar benliğini. Bu arzuların bir kısmı dillendirilir, bir kısmı ise dudakların ardında, kelimelerin erişemediği bir derinlikte saklı kalır genellikle. Ne gariptir ki, bu denli şiddetle arzulanan şeyler, hatta uğruna sabahlara ve akşamlara değin yapılan onca dualara ve niyetlere rağmen, bazen beklenen şeylerin çoğu gerçekleşmez. Ve nihayetinde “Olmayınca olmuyor…” noktasına getirir insanı. İnsanın yaşadığı en acı gerçeklerden biridir bu.
İnsanoğlu, istemeyi çoğu zaman bir hak olarak görür kendisine. Sanki kalpten geçen her niyetin, her dileğin bu dünyada karşılığının gerçekleşeceğine inanılır. Oysa hayatın çıplak hakikatlerinden biri, her arzulanan her zaman gerçekleşemeyebiliyor… İnsan sanır ki, “çok istersek olur,” “çok seversek kalır,” “çok beklersek gelir.” Lakin hakikat, bu beklentilere zaman zaman duyarsız ve ilgisiz de kalır. Ne kadar dilesek de ne kadar sabretsek de ne kadar gönülden arzu etsek de nihayetinde karşılaşılan şey, ancak nasip kadar olandır. Ve insan, en çok da bu hususta, yani rıza makamında sınanır, yani elde edilemeyene rıza gösterebilmek…
Arzularımızla hayatın gerçekleri arasında, daima bir çatışma sürüp gider. Biri gönlümüzden doğan hayal-i muhal, diğeri ise kaderimizin kaleminden çıkmış gerçekleşen hakikat… İşte bu yüzdendir ki, bazen ne kadar zorlarsak zorlayalım, gönlümüzü harabeye çeviren niyetler, kalbimize yerleşmiş muratlar bir bir dağılır, savrulur gider. Belki de her isteğimiz bizim hayrımıza olmayabilir. Her dua, cevabını bir “evet” almayabilir; bazısı “hayır”la, bazısı “bekle”yle, bazısı ise sonsuz bir sükût ile karşılık bulabilir. Bu sükût ve sonuç, insan için ders alınması gereken önemli çıkarımlardan biri olmalıdır.
İnsana düşen, bu sükûtu ve sonucu anlayabilmek ve kabullenebilmektir. Zira bazen insanın arzuladığıyla her şey, insanın hayrına bir sonuç doğurmayabilir. İnsan, bir sevda sanır, önemseyebilir ama bilemez ki o yanıltıcı bir ışıktır. İnsan, kavuşmak ister; halbuki ateşten gömlektir o… İşte tam da bu eşikte, “Hayırlısı…” demek, aciz bir boyun eğmenin değil, bilakis teslimiyetin ve tevekkülün en yüce nişanesidir. Zira ne demiş büyükler: “Rıza kapısı açılmadan huzur bulunmaz.” Bu, ruhun dinginliğe ulaşabilmesi için geçilmesi gereken bir iyilik kapısıdır.
Arzularını vazgeçilmez bir duygu sananlar ve ona ulaşmak için her türlü çabayı sarf edenler gerçekleşmediğinde ise kaçınılmaz olarak hayal kırıklıklarını kader zannedebilirler. Oysa kader, hikmetle örülmüş, çözülmesi ve anlaşılması kolay olmayan bir sırdır. İnsana düşen, kapısı çalınan her arzunun ardında bir nasip olup olmadığını bilmeden, edep zırhına bürünmektir. Ne zaman ki içindeki şiddetli istekler gerçekleşmiyor, işte o zaman anlamalı ki dünya, arzuların değil, nasibin menzilidir. Bu idrak, insana haddini bildiren bir ikazdır aslında…
Her “olmayan,” biraz daha insanı kendi içine, özüne yaklaştırabilmeli. Kalbinde ki hasretin tarumar ettiği, viraneye çevirdiği yerler, zamanla sabrın ve tevekkülün sağlam birer otağına dönüşebilmeli. Gözyaşları, samimi birer dua, sükûtu ise en büyük bir kabulleniş olmalı… Ve gün olur, gönlünden geçen her dileğin, aslında insanı bambaşka bir hayra taşıdığını, bir tevafuk ile daha yüce bir maksada eriştirdiğini idrak edebilir insan. İşte o vakit, içinden usulca yürekleri ferahlatan bir esinti yayılır gönlüne insanın: “İyi ki olmamış…” Bu, ruhun arınışı ve teslimiyetin kemale ermesinin ifadesidir.
İnsan bilse de inanmalıdır ki hayat, her zaman insanın arzu ettiği gibi akmayabilir. Olan anlamlıdır ve olanda hayır vardır. O nedenledir ki belki de, en çok da istemediklerine razı geldikçe büyür insan, kemale erer. Ve belki de en çok “olmayanlar” insanı gerçek anlamda insan eder. Çünkü nihayetinde biz, olmayınca da razı olmayı öğrenmekle, bu fani dünyadaki kulluğumuzu tamamlar, ebedi âleme hazırlık yaparız. Bu, ruhun en derin inzivası ve en büyük tekâmülüdür aslında…




