reklam
reklam
DOLAR42,5357% 0.07
EURO49,6315% 0.06
STERLIN56,8506% 0.12
FRANG52,9777% 0.17
ALTIN5.776,47% 0,41
BITCOIN92.069,83-1.163

Beton Duvarlar Arasında Büyüyen Çocuklar

Yayınlanma Tarihi : Google News
Beton Duvarlar Arasında Büyüyen Çocuklar

Modern dünyanın yüksek duvarlarla çevrili apartman katlarında büyüyen çocuklar, artık toprakla değil, modern oyuncaklarla tanışıyor önce. Bahçelerin yerini balkonlar; dedelerin, ninelerin masallarını ise tabletlerdeki kurgulanmış çizgi oyunlar alıyor günümüzde… Beton duvarlar arasında büyüyen çocukların oyun sesleri, üst komşunun şikâyet sınırını geçmeyecek kadar kısılmış durumda. Oyun parkları, güvenlik kameralarının gözetimindeki dar alanlara hapsolmuş; sokaklar ise çoktan terk edilmiştir. Oysa bir zamanlar çocuklar evlerinin önünde büyür, kaldırım taşlarında yürümeyi, toprağı eşelemeyi, rüzgârı koklamayı öğrenirdi.

Bugün çocuklar mekânı keşfetmekten çok, mekânın onlara çizdiği sınırlar içinde var olmaya çalışıyor. Her daire, başka bir hayatın içine kapanmış sessiz bir kutu gibi. Kapı numaralarıyla tanımlanan, birbirine benzeyen dairelerde büyüyor yeni nesil. Komşular birbirinin adını bilmeden, çocuklar başka bir çocukla ne arkadaş olabiliyor ne oyun oynayabiliyor. Dede dizinde uyunan öğle uykuları, ninelerin hikâyeleriyle kurulan hayal dünyaları yalnızca eski bir albümde kalan silik ve terk edilmiş anlamsız bir kare gibi artık.

Evler, büyütmüyor artık insanı; aksine, bir kalabalık içinde tek başına kalmayı öğretiyor. Çünkü mekânın içindeki eşya kadar, insanın içini dolduran sesler de azaldı. Duvarlar konuşmalarla, kahkahalarla ve sevinçlerle yankılanmıyor artık. Aynı çatı altındaki bireyler, aynı odayı paylaşsalar da ayrı dünyaların insanları gibi. Mekân, birlikte yaşama ortamı değil, birlikte bulunmak ve susmak üzerine kurulu bir düzene dönüştü.

Oysa insan, mekânla birlikte büyür. Bir çocuğun gözünde tavan ne kadar yüksekse, hayali de o kadar geniştir. Bahçede gördüğü bir kuş kadar kanat çırpar içi ve onun kadar özgürdür çocuk. Kafesteki kuş, akvaryumdaki balık kadar dar alanda mahkûm değildir. Çamura buladığı elleriyle hayatı tanır, toprakla tanışıktır. Şimdi ise hijyen tutkusuyla korunmuş eller, çizilmesin diye korunan duvarlar, kirlenmesin diye örtülen koltuklar yaşamanın kuralıdır. Ruhun değil, eşyaların merkezde olduğu evlerde büyüyen çocuklar, aidiyet hissini değil, uzak kalmayı öğreniyor öncelikle.

Bir apartman katında doğan çocuk, gökyüzünü yalnızca pencere arkasından veya çıkabilirse balkondan, parktan tanıyor. O gökyüzüyle bağ kuramayan kalp, kendini dünyaya ait hissetmekte ne kadar geniş bakış açısına sahip olabilir ki? Balkonlarda saksılarla yetişen çiçeklerle büyüyen çocuk, bahçelerdeki ağaçların gölgesinin tadını alabilir mi? Kısacası toprağa basmadan büyüyen bir çocuk, yaşadığı yeri tanımadan geçiştiriyor en önemli dönemini. Mekân onun için sadece bir adres, bir koordinat olarak navigasyonun yönlendirdiği ulaşılacak bir güzergâh olarak yer ediyor hafızasında belki de.

Oysa bir zamanlar yaşanılan yer, insanın hafızasıydı; kokusuyla, sesiyle, sokağın köşesindeki manavıyla, bakkalıyla, komşusuyla ve tabii ki arkadaşıyla…

Bugünün mekânlarında geçmiş yok; yalnızca anlık kullanımlar var. Her şey hızla değişiyor, taşınıyor, güncelleniyor. Fakat insanın içindeki boşluk, dolduramadığı bir eksiklikle büyüyor. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan modern insan için mekân, artık sadece bir dönem için geçiş noktası o kadar. Bir evden diğerine, bir şehirden ötekine… Ne komşuya tutunabiliyor ne sokağa çocuk. Ne ağacın gölgesine yaslanabiliyor, ne de evin sıcaklığında huzur bulabiliyor.

Belki de insanın en büyük özlemi artık bir eve değil, bir yuvaya dairdir, değil mi?

Çünkü evin içinde olmakla, oraya ait olmak arasındaki fark idrak edildiği dönemde ne çocukluk kalıyor ne de gençlik. Sonrası aidiyetinin hissedilmediği, özleminin duyulmadığı, hatırasının iz bırakmadığı diyarlarda geçen hayat mücadelesi… Mekân, ancak kalbinin bir kısmını oraya bırakırsan yuva olur. Oysa şimdilerde insanlar, her yere biraz yabancı, her de misafir sanki… Öyle ki çocuklar da bu hengamede büyüyor; içlerinde taşıdıkları eksiklikle, anlatamadıkları bir yoksunlukla…

Ve işte o yüzden, mekânlar sessiz artık. Çünkü çocuk gülüşüyle yankılanmayan hiçbir yer tam anlamıyla yaşanmamış sayılır. Kalbiyle konuşmayan bir duvar, sadece tuğladır. İçinde dedenin sesi yankılanmayan her oda, eksiktir. Ninenin ellerinin dokunmadığı her mutfak, unutulmuştur. Belki de bu yüzden evlerin içi pahalı eşyalarla, kıymetli biblolarla, tablolarla dolu ama her şey ve her yer hikayesi ve hatırası olmayan dönemlik konaklama barınakları…

Mekân, insanla anlam ve değer bulur. İnsan da mekânla aidiyet ve mensubiyet hisseder. Bu bağı kuramadığımız sürece, evlerimiz ne kadar güzel olursa olsun, içimizde hep bir eksiklik büyümeye devam edecektir bizimle…

Adını koyamadığımız ama hep hissettiğimiz o yuvaya ait olamama hâli…

 

YORUM YAP