
İnsan, kendi hayatının mütevazı bir nakkaşıdır belki; lakin fırçayı tutan el kendi iradesi olsa da, tuvali boyayan çoğu zaman şartların rengidir. Yine de insanın en büyük trajedisi, elindeki kıt imkânlarla ‘şimdi’yi imar etmek yerine, zihnini müphem bir ‘yarın’ın inşasıyla meşgul edip, elindeki yegâne hakikat olan ‘an’ı heba etmesidir. O nedenledir ki modern zamanların bu telaşlı koşturmacası içinde, varoluşumuzun en değerli tesellisi olan insan ilişkileri, ne yazık ki hoyratça bir tüketimin kurbanı oluyor. Zira insanoğlu, garip bir ego ve gelecekbeklentisi içindedir hep.Sevdiklerinin varlığını, sabrını ve şefkatini, dünya gailesindeki başarılarını kazanana dek ötelemektedir. Ne yazık kiyanında olanlarıne zaman arzu etse hep beraber olacağınısanıyor olmasıdır…
Oysaki senaryosunun her satırını yazmaya muktedir olmadığı bir sahnedir hayat.
Zira yaşadıkça görüyoruz kihesapta olmayan kaçınılmaz kırılma anları ansızın önüne çıkabiliyor insanın. Özenle ördüğü güvenlik duvarları, beklenmedikmusibetler, dermansız bir hastalık dönüşü olmayan bir ayrılığın ani darbesiyle ortaya çıkar ve her şey yerle yeksan olabilir. İşte o vakit, yıllardır ruhunu esir alan gaflet perdesi kalkar gözlerinin önünden insanın.
Hayat, en acımasız öğretmendir;ne yazık ki hayatın gerçeğini yaşatarak öğretiyorinsana…Süreç içerisinde zihindeki tüm dünyevi hesaplarının o kadar da önemli olmadığını gözler önüne seriyor. Ve sadece vicdanın projeksiyonunda dönen hazin bir film şeridi kalıyor nihayetinde: ertelemeler, ıskalanmış bakışlar ve boğazda düğümlenen itiraflar ve keşkeler…
İnsan kıyıya çekilip, olayları sanki başkasının hikâyesi gibi uzaktan izler genellikle. Ama bir gün apansızın kendi kapısı çalındığında anlar ki umutla kurduğu gelecek planları, aslında kırılgan birer ütopyadan ibaret olduğu ortaya çıkar. Uğruna ömür tükettiğimiz makamların, biriktirdiğimiz servetlerin ve yarım kalmış planların hiçbiri, şimdi yüreğimize çöken pişmanlığın ağırlığını kaldırmaya yetmiyor. İnsan, yaşaması gerekenleri sürekli tehir ederek, mutluluğu hep bir sonraki günlere erteleyerek kendine en büyük ihaneti ediyor aslında. “Yarın ararım,” ya da“sonra hallederim” tesellileri, aslında bize açılacak olan kapıları kapattığımızve ruhumuza vurduğumuz zincirlermiş meğer…Uğruna çaba sarf ettiğimiz evler, unvanlar ve küçük menfaatler, ardımızda bırakacağımız soğuk bir yığından başka bir şey değilmiş. İhmal edilen her gönül, kurulmamış her köprü, yarın bir felaketin eşiğinde, zihnimizi kamçılayan pişmanlık fırtınalarına dönüşeceğini hiç fark edememişiz ne yazık ki…
Eşya eskir, para pul pul dökülür; kalıcı olan ise zamanın öğütücü dişlilerine direnebilen, bir kalbe dokunmanın sıcaklığıdır. Çünkü hayat, bize sunulanlardan ziyade, bizden alınanlarla şekillenen hüzünlü bir manzaradır. Fırtına dindiğinde, geriye kalan en derin sızı; sahip olamadıklarımız için değil, muktedirken tercih etmediğimiz değer vermemiz gerekenlermiş. Hayat, bu acı dersi verirken kulağımıza kadim gerçeği de söyler: “Yanındakilerin kıymetini bil, zira yarına taşıyabileceğin yegâne gerçeklik, onların yüreğinde bırakacağın tatlı izler olacaktır.”
Yaşanan bu varoluşsal sarsıntı, bizi dünya sarhoşluğundan uyandırıp hakikate çağırmalıdır. Hayatın gayesi, dünyalık yığmak değil, bir gönüle girmek ve o ‘an’ın maneviyatında eriyebilmektir ya da beyhude bir hırsla dünyaya yetişmek değil, insan olmanın onuruyla ‘pişmek’ ve ‘an’ın bereketine sığınmaktır.İnsan ancak acziyetini fark ettiğinde anlar ki; sevgi göstermeyi ve helalleşmeyi ertelemek, kum saatinin tersine akacağını ummak gibi hazin bir aldanıştır. Zira vadesi meçhul bu ömürde yarın, kimseye vaat edilmiş bir hak değil, yalnızca Yaradan’ın takdirine kalmış bir nasiptir.
Ve yarın, kazası olmayan bir vakittir.




