
Sonbaharın bitmekte olduğu bu günlerde, yılın ağırlığı insanın üzerine görünmez bir sis gibi çöker. Her şey yavaşça solarken, içimizde de bir şeylerin solduğunu fark ederiz. Ağaçların dallarında tutunan son yaprakların en küçük rüzgârda titrediğini gördüğümüzde, zamanın da bizi ne kadar kolay savurup başka hâllere sürükleyebileceğini anlarız. Sanki yılın sonuna yaklaştıkça, içimizden bir ses daha derinden konuşmaya başlar; kendini sakladığı kuytu köşelerden çıkıp hafif bir uyarı gibi yüreğimize düşer.
Sonbaharın gölgeleri uzadıkça ruhun da gölgeleri uzar; gün küçülürken duygular büyür.
Her yıl bu mevsimde aynı düşünce belirir. Bitmekte olan yalnız mevsim değildir; ağır ağır tamamlanan bir döngü, bir zaman katmanı, bir umut biçimi vardır. Sanki insan, kendi yaşamının da döngüselliğini yeniden fark eder. Yıl ilerlerken fark edilmeyen ayrıntılar, sonbaharın solgun ışığında daha belirgin hâle gelir. Yüreğin içinde biriken tortular, yarım kalan cümleler, söylenmemiş pişmanlıklar, ertelenen sevinçler, hepsi bu dönemde yeniden su yüzüne çıkar. Bir yılı daha geride bırakmanın tuhaf hissi, insanı hafifçe sarhoş eden bir hüzne dönüştürür ruhumuzu.
Sonbahar, doğanın veda mevsimidir ama insanın içindeki vedaları da çağırır. Yok oluş ve yenilenme arasındaki o ince çizgide, varlığın kırılganlığı daha belirgin olur. Sıcak günlerin artık geri dönmeyeceğini bilmek, teslimiyet duygusu oluşturur. Ama bu teslimiyet yenilgiden çok, hayatın ritmine duyulan derin bir saygıdır. Kabuğundan ayrılan bir meyve gibi, insan da bu günlerde kendi içine kapanır; dışarıdan bakıldığında sakin görünür ama içinde yoğun bir düşünce akışı dolaşmaktadır.
Ve ardından kış gelir. Kışın ilk soğuk nefesi, sanki içimizdeki düşünceleri ağırlaştırır. Rüzgârın sertleşmesiyle birlikte, insanın kalbinde de daha baskın bir sükût oluşur. Kış, yalnızca hava sıcaklığının düşmesi değildir; insanın kendini topladığı, bir sonraki bahar için inzivaya çekildiği uzun bir yürek yolculuğudur. Kar taneleri pencerelere dokunurken, zihnin içinde de beyaz bir perde açılır; gürültüler azalır, imgeler daha belirgin olur.
Yeni bir yıla girmenin eşiğinde kışın bu sessizliği daha da yoğunlaşır. Bir takvim yaprağı daha koparılırken, insanın kendi muhasebesini de yapar âdeta. “Neler yaptım?” “Neden yaptım /yapmadım?”, “Nereye kadar? Daha?” Bu sorular kesin cevaplar istemez; sorulmuş olmaları bile yeterince anlamlıdır. İnsanın içini burkar. Çünkü yılın bu zamanında insan fark eder ki, değişim yalnız dışarıda değil, içeridedir. Dışarıdaki dünya donmaya yönelirken içeride bir uyanış başlar. Belki de kışın paradoksu tam da burada yatar: Her şey donarken, insanın düşünceleri canlanır.
Yeni yıl, aslında insanın yeniden ve yenilenme vaktidir. Fakat bu vakit ne coşkulu ne de gösterişlidir. Daha çok, karanlık bir odada yakılan küçük bir mum ışığına benzer. Umut, kışın ortasında bile çoğalan bir şeydir. İnsanın ruhsal dünyasını tarifsiz bir duygu kapsar. Bu hem bir hüzün hem bir şefkattir, hem bir bitiş hem de başlangıç vardır içinde.
Sonbaharın solgun tonlarından kışın ağır sessizliğine geçerken, insan kendi döngüsünü sürdürür biteviye. Mevsimler gibi insan da değişir, dönüşür ve yeniden şekillenir. Sonbahar bırakmanın zarafetini, kış ise durmanın, dinlenmenin ve saklanmanın gerekliliğini öğretir. Yeni yılın eşiğinde bu iki mevsim arasında kalan insan, kendini hem arafta hem de yepyeni bir alanın kıyısında bulur. Seslendiremediği bir duygudur bu… Temkinli ama umutlu, yorgun ama dirençli, solgun ama canlı.
Ve tüm bu duyguların arasında, yeni yıl yaklaşırken içimizde sessiz bir kabulleniş filizlenir. Ne olacağını bilmeden, neyi taşıyacağımızı tam kestirmeden ama yine de bir adım atmaya hazır olarak… Sonbaharın vedasından kışın sükûtuna, kışın karanlığından baharın loş ışığına doğru yürürüz.
Çünkü her bitiş, insanın kendi yüreğinde yeniden yazdığı bir başlangıçdır.




