
Ne zaman öğrenecek insan, evlerin sadece eşyalardan ve lüks mekânlardan ibaret olmadığını? Bu soru, asırlardır her nefesin peşi sıra koştuğu bir aldanışın, bir heva ve heves girdabının ortasında yankılanıp duruyor. Toplumun gözüne, kalbine, ruhuna işlenmiş bir yanılsama bu; sanırız ki duvarlar ne kadar yüksek, eşyalar ne kadar gösterişliyse, içindeki hayat da o denli muhabbetle, o denli saadetle dolup taşacak. Oysa modern zamanın acımasız koşuşturmacasında, insan, sahip olduklarının esiri, meçhul bir gelecek tasavvurunun baki kıldığı fani arzuların kölesi olmuştur. Bir ömür, sadece maddi kazanımların peşinde, adeta kör bir koşu içinde tüketilirken, manevi değerler çoğu zaman birer teferruat addedilir.
Uğruna ömürlerin heba edildiği, sırtlara birbiri ardına borçların yüklendiği o şatafatlı konutlar, o son model araçlar, o parıltılı giysiler… Hepsi de birer sükut-u hayalin müjdecisi değil midir aslında? Zevk-u sefanın peşi sıra koşanlar, bir gün gelir de başlarını yastığa koyduklarında duydukları o derûnî boşluğun ne anlama geldiğini idrak edemezler. Dışarıdan bakıldığında mesut addedilen nice hane, içeriden yıkık dökük, gönül bağları kopuk, muhabbet pınarları kurumuş birer harabeye dönmüştür. Çünkü insan, nefsine esir oldukça, maddeyi önceledikçe, en büyük hazinesini, yani gönül zenginliğini yitirir. Kendi içine bakmaktan bihaber, dışarıdan gelen her türlü gürültüye kulak kesilmiştir. İçindeki huzur sesini, sükûnet çağrısını duymazdan gelir.
Gerçek yuva, dört duvarın arasındaki bir boşluk değil, ruhların birbiriyle demlendiği, dertlerin paylaşıldığı, sevinçlerin çoğaldığı bir sığınaktır. Orada, para pulun, şöhretin, makamın gölgesi bile olmaz. Orada, şefkatle örülmüş bir ağ vardır; bir anne kucağının sıcaklığı, bir baba öğüdünün hikmeti, kardeşlerin sarılışı, eşlerin vefası. O evde sessizlik, gönül huzuruyla dolar; her köşesi, yaşanan anıların, dökülen gözyaşlarının, edilen duaların izlerini taşır. Çocuk sesleri yankılanır duvarlarında, o sesi dünyanın hiçbir müziğiyle değişemezsiniz. Hastalıkta şifa aranan, düşüldüğünde el uzatılan, sevinçte gözlerin parladığı yerdir orası. Mekânın değil, mevcudiyetin, yani var olmanın, birlikte var olmanın anlamıdır gerçek yuva. Buradaki her taş, her eşya, anılarla, yaşanmışlıklarla manevi bir değer kazanır; kendisi lüks olduğu için değil, içinde barındırdığı hayat sebebiyle kıymetlidir.
İnsan ilişkileri, bir yuvanın kucaklayıcı bağıdır. Onlar, bir ağacın kökleri misali, hayatı besler, fırtınalara karşı ayakta tutar. Lakin çağımız insanı, bu kökleri dahi göz ardı eder olmuştur. Tek bir kelimeyle yıkılan, en ufak bir anlaşmazlıkta dağılıveren, menfaat üzerine kurulu sanal ilişkiler ağı, gerçek muhabbetin yerini tutar sanır. Oysa gerçek dostluk, aile bağları, karşılıklı fedakârlıklarla, sabırla, anlayışla, affetmeyle büyür. Birbirine kenetlenmiş ellerin sıcaklığı, hasret gideren yüreklerin atışı, her türlü maddi kazanımın üstündedir. Yüreklere işlenen sevgi tohumları, ahirete dek uzanacak bir mirastır; fani dünyanın gelip geçici nimetleri ise birer yanılgıdan ibarettir sadece. Gönülden verilen bir ihsan, pahalı bir hediyeden çok daha değerlidir.
Maneviyatın ihmal edildiği bir yaşam, en lüks mekânlarda bile insanı nefes nefese, içten içe çürütür. Dünya hırsı, gözleri kör eder, kulakları sağır. Oysa asıl zenginlik, gönüldeki tevekküldür, Rabb’e olan teslimiyettir. Hayat denilen bu imtihan sahnesinde, bize bahşedilen her şey birer emanettir. Mal da evlat da sağlık da. Onları sahiplenme gafletine düşmek yerine, şükürle, idrakle yaşamak ve paylaşmak gerekmez mi? Dünyanın bütün zevk-u sefası, bir seccadenin üzerindeki huzurla, bir yetimin başını okşamanın verdiği manevi doyumla, bir yaşlıya uzatılan şefkatli elle mukayese edilebilir mi? Asıl olgunlukl, bu fani dünyaya kapılıp gitmemek, baki olanı aramak değil midir?
Evler, birer ruh aynasıdır. İçine ne koyarsanız, onu yansıtır. Eğer içine hırsı, bencilliği, yalnızlığı koyarsanız, en ihtişamlı duvarlar bile size birer zindan olur. Lakin içine muhabbeti, merhameti, vefayı, yani insan olmanın kemâlini yerleştirirseniz, o dört duvar cennetin ta kendisi olur. Bir ömrü heba etmeden, bir nefes tüketmeden, bu hakikati idrak etmenin vakti gelmedi mi? Yoksa o koca koca evler, birer hatıra sandığına dönüşüp, içerisinde yaşanmamış hayatların sükûtunu mu barındıracak? Gönül, dünyanın en büyük sarayıdır; eğer onu mamur edebilirsek, hiçbir mekânın lüksüne ihtiyaç duyulmaz.
Asıl öğrenilmesi gereken bu değil midir: Evler, eşyalarla değil, gönüllerle kurulur!




